blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut Uncategorized yeni yazı

Bir Şeylerin Boşluğu

Hafıza kaybı düşleri kuruyorum, neyi ne kadar kaybettiğimi düşünmeden geçen zamanda, ne kadar üzülmem gerektiğini de bilemeyeceğim günler gelsin istiyorum.

Duyduğum sanrıların da altından artık bir şey çıkmayınca, boşluğa bağırmaktan başka çarem kalmadı. Dokuz köyden de kovulsam gidecek bir köyüm daha yoktu, kendi içimden öteye yer yoktu. İnsan kendi kendini doğurabilirken, neden aynı şekilde geri de alamıyordu? Neden çıktığımız hiçbir deliğe tekrar sığamıyorduk, ölümü saklayan mezarlıklardan başka? Cinnetime hâlen isim uydurabilmiş değilim, öyleyse bunca çıldırmanın anlamını aramayacak mıydık? Saçma sapan şeyler yapmaya çalışırken bile, mantık yürütmenin saçmalığıyla boğulmadın mı hâlâ? O zaman sana bu hiç dinmeyen çukurdan bahsedeyim; o zaman kesin gitmek isteyeceksin ya da bir an önce o çukuru doldurmak, bu doldurmanın boşluk doldurmakla hiçbir ilgisi de yok, zaten çukurla boşluk aynı şey değiller. Aynaya her baktığında gördüğünü zannettiğin ışığın seni terk ettiğinde, aslında onun da sana ait olmadığını anladın, kış günü çıplakken, soğuk ve nemli bir beton duvara çarpmak gibi bir şeydi bu. Tenin ürperirken, çaresizlikle kıvrandın ve içinden en az birkaç bir şey daha eksildi. İşte boşluk tüm bu eksilenleri dolduramayacak olmandır. Çukur ise, doldurabildiğine inanmandır. Yıldızların ışığına aldandın kimi zaman, hatta içlerinden en parlak olanı seçip, kendinin zannettin, o yıldızlar da gidince artık hiçbir şeyin sana ait olmadığını ve olmayacağını anladın. İçindeki kıpırtı bile nedensiz susunca, demek ki için bile sana ait olamamıştı. Sen bile sen değildin belki de artık. Arada bir özenle tırnaklarına sürdüğün oje bile senin değil, tırnaklarınındı, hoş tırnakların bile sana batamadıkça senin değildi, tutunduğunu zannettiğin her yer yok olup gidiyordu, ellerin bile senin değildi, bu dokunma hissi de yalan.

İçtiklerinin nereye gittiğini hesaplarsak, muhtemelen onlar da yalan, hoş onları da hatırlamıyorsun ya, ama yine de en çok hatırladıkların yalan. Gönderemediğin mektuplar bile sana ait olamadı, üstelik onların bir farkı vardı; hiçbir yere ait olamadılar. Senin telaffuz ettiğin kelimelerle başka şeyler anlattılar, kelimeler de sana yabancılaştı, ama en çok sen kendine yabancılaştın. İçinde taşıdığın boşluğunla birlikte, (işte bu sana aitti) sırtında taşıdığın bir araya getiremediğin onca kelime öbeğiyle ve bir türlü bulup, dolduramadığın bir çukurla. İşte bunlar hep sana aitti.

Kar tanelerini o kadar beklemene rağmen, hiçbir kar tanesi senin olmadı. Güzel şeyler hep başkalarınındı, sana yangınlar, sana bolca ıstıraplar, ama kar taneleri hep başkalarının, çocukların oynadığı kartopları da hep başka çocukların oyuncağı oldu. Senin çocukluğuna uğramamışlardı bile.

Aynı dili konuştuğunuz hâlde, aynı şeyleri söyleyemediğin için susuyorsun, susmalarının sebebi kendin olmadığı için sana ait değil. Hızla geçerken sokaklardan çaktırmadan camlarından kendini görmen için baktığın binalar da senin değil, üzerine yağmurda, çamurda su sıçratan arabalar da senin değil. Olmak istediğin hiçbir yerde değilsin. Ama yine de sana dairmiş gibi görünen bir çocukluk var. Küçükken annenin dinlediği kasetler var, içine yer eden şarkılar var, senin olmadığı hâlde, sahiplenmek istediğin zamanlar var, hiç olmayacağını bildiğin hâlde vazgeçemediğin hayallerin var. Kimsenin kimseye kalmayacağını öğrendiğin için kimse kimsenin olmayacak. Ellerinin sıcaklığı bile sana ait değil, yoksa bunca üşümezdin. Yazmaya çalıştığın şu kalem bile senin değil, birilerinden ödünç alınmış gibi, eğer senin olsaydı, yazdıklarının altını çizebilirdin, çizemedikçe başkalarının… Yazmayı tam orta yerinde durduramayınca, bitiremiyorsun bir türlü. Beceriksizliğin bile birisinden miras kalmış gibi, aynı ezberlenmiş hareketler, okudukların bile anlayabildiğin kadar senin, kaçı aklına yer etti, içine bu kadar işlerken? Yarım bıraktığın, yarın devam ederim diyebildiğin şeylerin hangisini yarın tamamlayabildin? Yarımlık içindeki boşluktan mı geliyordu, yoksa üşeniyor muydun? Yazamadığın tüm hikâyeleri tam ortasından kesip, atabildikçe büyüdün işte… Sana büyüklüğü gösteremem, ama belki anlatabilirim. Sildikçe izleri hatırlayacaksın, üstelik o izler öyle silik ki, tam da sana ait gibi. Kuş gibi göğsünde uyuduğun o uyku da senin değil çünkü sen hiçbir zaman bunca derin uyuyamazsın. Anladığına inanmanın cahil sarhoşluğuyla, sanrılarını kucaklıyorum çünkü aslında tüm bunlar bile bir miktar masumiyet içerir.

Yetinemediklerimizin götürdüğü yerden dönemiyoruz, yüzümüzü yitirdik belki, biraz da hatırlarımızı. Birini sonsuza dek sevmenin, severken yeteceğine inanırken, o gittikten sonra yetinemeyeceğini anladığının ve sevmeye devam etmenin yalın pişmanlığı… Kâğıtlardan mutlu şeyler yaratamadığın zamanlardan, kesekâğıdının hüznüne, solmuşluğuna saman kâğıdı defterinin, yüreğinden dökerken ansızın ve acımadan zımparaladığın o kelimelere… Annenin lüzumlu ya da gereksiz televizyon üzerine, sehpalara hatta saksının altına bile yerleştirdiği dantelleri, babaannenin sana hiç öremediği kazağı, bu hayatta kalanların, gidenlerden daha fazla canını acıttığı, sabahları yataktan kaldıran şeyin yalnızca yeni bir kitaba başlamanın heyecanı olduğunun ayırdında olman. Tüm bunlar ancak seni biraz daha eksik anlatır, yarım bırakır…

Ayaklarımın değdiği asfaltın altında tüm yaşanılanları bitirdiler, şehrin içinden sessizce gitmelerim hiçbir anıyı hüzünlendirmeyecek. Hiçbir martıyı hüzne boğamayacağım, onlar hâllerinden memnun vapurlarla yarışırken. İçimdeki şehri oraya buraya taşımaktan yoruldum. Her şey aynı yerindeyken, kendimin oraya buraya savrulmasından… Adımımı attığım yerin boşluğunda boğuluyorum, üstelik öldürmüyor, kemikleri kırmıyor çünkü ne merdiven boşluğuna benziyor bu, ne de asansör boşluğuna. Sırlarımızı saklayan ağaçlar da yaşamıyor artık, üstelik gömülü değil, gidip dertleşeceğimiz bir mezarları bile yok. Odununu, kurusunu bile bırakmadılar. İçimden kendimi çıkarsam, içsiz kalırmışım gibi, bu bedene, bunca boşluk çok fazla. Aşka bir türlü yakıştıramadığım özneler, yanlış yere bırakılmış dudak izleri, başka masalarda sabahlamalar. Yanlış coğrafyada benliğini fırtınaya bağışlamış gibiyim, üstelik hiç de sihirli bir şey değil bu. avunduğunu zannettiğin düş parçalarını bile ufaladılar. Elini değdireceğin kadar bir parça kalmadı, üstelik bunu zaman yaptı hani her şeyin ilacı olan zaman, sana bir türlü iyi gelmedi. Hiç kurumayacak bir yazıyla anlatmaya çalışıyorum seni tüm teferruatıyla…

Durdukça yosunlara özeniyorsun, bekledikçe onlara benziyorsun, hiçbir şey yapamayınca onlar gibi kokuyorsun.

Çizdiğin tüm çizgiler, onca dikkatine rağmen hâlen yamuk çıkıyorsa, belki de yer yaradılıştan düzgün değildir. En sivri uçlu kalemi eline alıp, yüreğindeki damarlara batırarak çekip, aldığın, hayatından kopardığın kelimelerin ahıydı belki de bu yaşadığın ya da yaşamadığın. En acı veren şeyi bile unuttuğunda hüzünleniyor insan çünkü bir yerlerde kendisinin de unutulduğunu ve unutulacağını hatırlatıyor bu, senin travmanın bir başkasının bakıp, geçebileceği küçük, acıklı bir trajediden öteye gidememesi gibi, bazılarının kalbine hiç ulaşamıyorsun, derisinden ileri geçemiyorsun. Aynı acının bir yerden sonra hep kopyalanıp, hayatına yeniden ve yeniymiş gibi yapıştırılması ve o acının acımasını unuttuğunu zannettiğin anda, yeniden daha başkaymış gibi acıtması…

 

On Beş Aralık İki Bin On Yedi 16 30

Nevin Akbulut

You Might Also Like

No Comments

    Leave a Reply