All Posts By

Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat nevinakbulut yeni yazı

Denemeyi Denemek


O kadar uzun zaman oldu ki; “seni unutsam da olur artık” zamanına geldim. Yasını tuttum, hatırlama ya da anma her neyse, borcumu ödedim. Seni unutmak beni sıksa da rahatlık da olmadı değil. Seni hatırlamaktan kendimi unuttuğum o bitmez ödevi tamamladım. Üstelik bir daha hiç uğramayacağım sokağa taşındın sen, ben de o şehirden mezun oldum. Geçerken, yolum bile düşmez artık oralara. Şimdi içimi kaplayan koca bir boşluk var, renkli çekmeceme uygun, yine renkli uyku hapları, uyumayı deniyorum, ölmeye çalışırken. Her defasında başarısız bir öğrenci gibiyim, bu sefer de geçemedim öbür dünyaya, yine notum kırık seni unutmada. Ellerimde renkler, tırnaklarımla sorguluyorum, kırılganım her yanımla. Unutmadığımı her gün hatırlamak zorunda hissettiğim için kendi kendime deliriyorum. Yakınlarımın bilmediği yalanları söylüyorum, iyi olduğumu hissettirmek adına, güzel görünmeye çalışıyorum, beyaz yalan diyorlarmış, sıklıkla deniyorum. Yaşamı da deniyorum aslında ben, en iyi yapabildiğim şey nefes almaya çalışmak, belki ölüler bile yapabilir bu kadarını. Artık senin bile anlamadığın, alkolün bile avutamadığı şeyler bunlar, ama çaresiz de hissettirmiyor kendimi, biraz masum biraz da utanç içinde hissettiriyor.

Birine bir kelime bağışlayınca insan, eksiliyor. Sonrasında bir cevap verme zorunluluğuna karşın, beklenti doğuyor, ölmek için bekleyen şeyler…

İçinde kaç tuhaf boşluk olduğunu zannediyorsun? En büyüğü kendini avutmak için düştüğün çukur olmalı, o bir anlık gizemli dakikada kurtulabileceğini sanıyorsun her şeyden nasıl da yanılıyorsun… Herkes seni biraz daha derine çekmeye uğraşıyor, sana dokunmak için, ağırlığından yararlanıp, boğulmak için. İçin bile düşman sana, yoksa bu kadar derin olur muydu? Siz de hoş geldiniz cehennem boşluğuma…

Çaremin ondaki çaresizliğini bilmiyordum. Kalbinin payını alanlar, bir daha da kimsenin eline bırakamazlar kalplerini. Biraz da bu yüzden yüreksiz olurlar. Korkmakla eş anlamlı değildir bu yüreksizlik. 

O masal bitti
Artık yeni şiir gelmez

Daha az konuşsam, belki daha çok hayaller kurabilirdim. Yaşama umudu ellerimde başlıyor, sanırım ilk önce de onlarla bitecek. Bazı şeyleri sevdiğim halde, nefret etmek lüzumu hissediyorum, çünkü kafamda hiç olmayan ve olmayacak anlamlar yüklendi daha önce onlara, sıradanlıktan kurtulmak için belki de, geceleri zikzak çizerek yürümek gerekiyor. 

Yüreğim bu siyah dünya zeminin ortasındaki bembeyaz bir nokta gibi, her şey görünüyor. Sanki her gün puanlı elbiseler giyiyorum, sanki her gün Salı günü, dünya üzerinden boşluk. Bu kadar siyahlığın içinde, belki de bembeyaz bir nokta olmanın anlamı bile yok, bir kör fark edebilir belki bunu. Herkes birini öldürmek istiyor bu yaşamda, en az birini ve sıradan insanların en az hiç tanımadığı halde birden fazla düşmanı var, ancak sıradanlığı bozmak isteyenler ve kimseyi öldüremeyenler intiharı deniyor. 

Her gece insanoğlu bir sonraki güne kötülükleri aktarmak için uyuyor, güç topluyor. 
Kötülük ciddi güç gerektiriyor. Birini önemsemek demek, yalnız kalmak demek, bazı iyilikler iyi bile gelmiyor. 


Bazı elbiselerin sadece bazı yerlere ait olduğu gerçeği bence bu dünyanın en saçmalarından… Yüreğimin ait hissettiği yere, kendimi ait hissedemiyorum, demek ki ben hiçbir yere ait değilim bir bütün olarak, demek ki hep bir şeyler eksik. 
Bazı şeyleri gizli yerlerde yapmam gerekirdi, mesela ağlamak, bunun için denizden karşıya geçtim, yüreğimi de cebime sakladım, ellerim her ihtimale karşı ceplerimdeydi, bazı yerler hiç bitmiyordu gitsen bile ve bazı sesler hiç susmuyor, bazıları durmadan konuşuyor. 

Niye yalnızız biliyor musunuz?

Geçtiğimiz sokaklardaki yüzler tanıdık ama ifadeleri yabancı, yüzüne bakınca dost gülümseme, arkanı dönünce düşmanca muamele. Tüm bunlar beni sokağa çıkma isteğimi öldürüyor, dahası yaşama isteğimi de söndürüyor. Kimsenin net olarak ne düşündüğünü bilemediğin için de nasıl davranman gerektiğine karar veremiyorsun ve bu seni bir bakıma yaşamakta acemi kılıyor. Aynı dili konuşmaktan başka bir yakınlığımız yok. 

Mürekkep ve ilaç kutusu yan yana, arada mürekkep içesim geliyor, içimi maviye boyamak istiyorum, sonra sayfalarca yazdığım halde hiçbir şey anlatamadığım aklıma geliyor, yazdıklarını bilmek gibi bir şey bu. Yazarken bile yazamadığını bilmek ve bunu yazmak, şüphesiz bilincinde olmak bir şeylerin. Ne yapsak az, ne söylesek yetersiz. Anne babasına bile yetemeyerek büyüyen bir çocuk, onların bile iç yüzünü hiçbir zaman çözemediğini hisseden bir çocuk, neyin iç yüzünden emin olup, kime güvenebilir ki? Sanırım bundan sonra bir hayatım daha olursa, anne-baba bile sevmeyeceğim. 

Unutmaya hacet yok, aynı şeyleri yaşadıkça, hatırlamak gibi bir şey çabasız. Kimseyle yaşlanamayacağımı biliyorum, kendimle bile.

Her gün tırnaklarım acıyor, muhtemelen gece gördüğüm kâbuslardan. Ellerimin dünyadan silindiği gerçeği, hiçbir yazıyı tamamlayamıyor. Yıldızları sokakta bırakıp, eve girmek nasıl bir mahkûmiyettir hatta onları gökyüzünde bırakıp, özgürlükten konuşmak…

Biriyle uyumak fikri ne kadar yabancıysa bana, birine sarılmak ihtiyacı o derece tanıdık. İhtiyacın içindeki bir ihtiyacı daha aramanın gereğinin olmadığını algılıyor sanırım benim huyum, ona göre huysuzluğunu çıkarıyor ortaya, huysuz da huyundan vazgeçmez.

Terk edilmelerimden belli
Demek ki kimsenin yanında götürmeyi istemeyeceği biriyim ben.

Ölmek istiyorum, her sene yeniden doğarken. Bir kelebeğin bendeki duası belki de bu, ya da bir susuş, kendini haklı çıkarmak için, ama konuşmak için çok yorgun, dinlenmek için fazla uygun, zaman kayıp bir ada, susmaların peşin hesaplarını ödüyorum, ömrümün sonuna kadar konuşabilirim, bir süre sonra yakındığım insanlardan nefret ettim çünkü yakındım.

Her gece yorganın altına gizlediğim ucuz bir çerçeve var, içinde, tam ortasında ağlayan bir çocuk, herkes “ağlama” dedikçe daha çok zırlayasım geliyor. Gözyaşları bu kadar ucuz mu diye sormak istiyorum çerçevedeki çocuğa? Sonra uyuya kalıyor. Sabaha ölmüş olmanın huzurunu düşünerek uyuya kalıyor belki de, bilmiyorum ama her gece uykuya dalarken, ölüm uykusuna geçmeyi denediğini biliyorum. Çerçevenin kenarlarından anladım. 


Yirmi Beş Haziran İki Bin On Beş 17 50
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat nevinakbulut yeni yazı

Gece Seğirmeleri


Seni her özlediğimde, biraz daha yükseldim bulutlara, her kimsesiz kaldığımda yağmur yağdı sokaklara, her sokağın başında adım varmış gibi ıslandım. Özlemek annemden miras kaldı bana, babamın da hırçınlığı, ikisinin ortasında acemi bir bahardı adım, yepyeniydim. Yaşadığım hikâyelerden çok, duyduklarıma inandım. Uçurtmalar hep bir erkek çocuğunun elindeydi, ne güzel seyrederdim. Belki de aşk ikimizi de kandırdı, yere çakıldığımızda. 


Herkesten uzak kalmanın yolunu, kendimi yadırganacak şeyler yapmakta buldum, kendimden başkası sevmiyordu bunu. Hatırlamak istediklerinden çok, unutmak istediklerin varsa, az yaşamış, çok acı çekmişsin demektir. Kime neyi kanıtlıyoruz? Kendimizden başka inananımız yok.


Yarayı biraz koparınca, kısa bir süre için rahatlıyor yara bir zaman koptuğunda, acıdığı için unutuyor o yarasını çünkü varlığı tam orada mevcut, bir sonraki koparma zamanına kadar rahatız. Ne zamanki biraz iyileşmeye başlıyor, o zaman yeniden koparma ihtiyacı sarıyor içini, dişlerin ve parmakların sabırsızlanıyor. İçinde kalbini kemiren bir şeyler var, yaranın varlığı bu ihtiyaç biraz da insanî. 


Sanki her şeyin için boşaltılmış, her şey biraz vaktinden önce koparılmış gibi, bir şeyleri birleştirmek için ayırmaya mecburum. Pırlanta ışıklarının altında ısınmaya çalışıyorum, lüks ısıtmıyor, ısınmak için daha asil kollara ihtiyacım var, ama her şeyin için boşaltılmış diyorum, bomboş bakıyorlar. Nasıl da doğruluyorlar söylediklerimi… Uzaklarda hasretine yandığım şehir, bu ip beklemekten, bağlanamamaktan, güneşin altında biraz inceldi, sonra birileri taşla vurdular kafasına, ipince bir şey tutuyor artık bizi, keşke hayatla aramdaki ip de bu kadar iğreti olsaydı, düşer miydim dünyadan?


Dünya dönerken, masumiyet de dönüyor, döndükçe değişiyor ve kenarları yenmiş gibi azalıyor. Masumiyet dünya dönerken, bembeyaz bir elbisenin içinde ellerini iki yana açıp, başını gökyüzüne uzatıp, gözlerini de kapatarak, dönmektir. Ama açtığında gözlerini ayakta duramazsın ve yere düştüğünde elbisen yine kirlenir.


***


Beni acıttığın için seveceksin, acıtabildiğini gördüğün için seçiyorsun beni sevmeyi. En güzel benim yaram kanadığı için özlüyorsun kırmızımı. Aslında bu canımı aşırı derecede yakıyor ve acıdığı için üşümüyorum artık. Unutulmuş gibi bir şey oldu bu üşüme, kenara itilmişti biraz. Üşümeyi bile özlüyordu insan. Çıplaktım ruhuma kadar ama üşümeyi bilmiyordum artık, belki derimi soymam gerekirdi üşümek için, biraz daha derine inmem gerekiyordu, derin mevzular için, yalnızca acımayı biliyordum. Üşümenin yerini başka sancılar doldurabildiği için belki de seviniyor tenim, içindekilerinden habersiz. Tüm yanımı uyuşukluk sararken, payıma kandırılmışlık düştü, imlâ kurallarına bile bu kadar dikkat etmem hiçbir şeyi düzeltmiyordu, acıyı da azaltmıyordu, teselli veren kelimeler bile birer canlı azaba dönüştü. Asıl insanın içini sızlatan kandırılmışlık da değildi, asıl acıtan hiçte tahmin etmediğin bir anda beklemediğin bir hamleydi, hazırlıksızdın, şaşkındın. İnsan bir süre sonra çok güzel oyunculuk yapabiliyor, içi bu kadar yanarken, o tüten dumanı yutmak, sonra hiç bir şey yokmuş gibi gülümsemek, sonra ruh hastası sanıyor senin canını yakanlar. Kendinle kalabildiğin tek yer tavan arası ya da kirli bir lavabo veya eskiye gidebilsek ana rahmine kadar, keşke gidebilsek…


İnsan kaç adım uzaklaşabilir ki geçmişe gitmeden? Dünya yuvarlaksa elbette geçmişlerimiz bir yerde geleceğimizin karşısına çıkacak, ansızın. İpte sallanan elbisemden başka bir şeye önem vermiyorum belki de, rüzgâr ittikçe, içinde canlanan bir şeyler var, herkesin biraz dokunulması lazım yaşamak için. Yeşil rengi hariç, kalbim bende uyuyor bu gece, yatılı misafir gibi, belki de son kez. Belki ölürken yalnız renklere veda edeceğim, benim hayatımın şerit filmi gözlerimdeki renklerden başlıyor, fazla ıslandı o elbise, fazla kaldı ipte, iyi sevgili romanları okuduğumuz için iyi insanlar yetmiyor bize, manikürden sonra biraz daha yaralı ellerimle, biraz daha kopacak zamanlar besliyorum. Benden bundan sonra çocuk olur mu bilmiyorum, ama yaşadığım bazı anlar çocukça. İyi aile hayalleri gerçekleşmediği sürece hep çocukça, hep mutluluğa doyumsuz, bir de bunun bir yerinde yalnızlık var, iyi aile olmak için kimseye kendini yaklaştırmayan. Mutlu ailede büyümeyenler, mutlu bir aile olacaklarına asla inanmazlar. Daha dehşet verici şeyler olduğu için yaşamda, renklerin hafifliğine bıraktım kendimi, beni yağmur sonrası gökkuşağı paklar ama o da yok bu şehirde. Mutlu Pazar kahvaltıları uzak pencerelerde, başka ailelere misafirliğe gitti.


Kavuşmanın mislisini ayrılıklarda ararken, bunu izah edememek ne güç, elinde terk edilmişlikten başka sahip olduğun bir şey yok, onu hep bunlarla hatırlayacaksın, gülümsemelerini değil, sinirlenmelerini ve onun yanındaki endişenden utanacaksın. Onu bulduğun tek yer, kaybettiğin yer olarak anılacak ve yıllarca bu böyle sürecek. 


Sözümün bittiği yere gelmiştin, daha fazla konuşamazdım. Kıyıya vuran balıklar gibi çaresizdi gözlerim, son bir çırpınışla yakarışlar besliyordu, bizden bir hikâye olamayacağının acıklı sonuydu bu susmak. Daha fazla duramazdım, son bir köpürüşle toza karıştım. Toza sor.


O kadar güzel beklettin ki, gittiğine değdi. 


Sanırım üç, dört yıl önce yazmıştım; “zamanın neresinde olduğunu bilemiyorum” diye. Zaman kavramını belki de çok küçük yaşta kaybettim, bazı zamanlara durulan özlem, şu an bulunduğun zamanı yaşamanı engelliyor. Bazı zamanlara gittiğinde, olduğun zamanı yaşayamıyor insan ve dolayısıyla hiç yaşlanmıyor çünkü aslında şu zamanı yaşamamış oluyor. Seninle arama zaman girdi, daha büyük bir şey giremezdi zaten, başka yerde doğmak bile zamandan daha önemsiz. Bazı yerde beş saniyenin azabı günlere hatta aylara bedel olurken, bazı yerde de çok uzun zaman beş dakika gibi geçip gidiyor. Seninle çok güzel zaman farkını yaşadık, bir yerde gece olurken, bir yerde gözüme güneş ışınlarının sinsice batması gibi, güneş gözlüğü taksam da onun zamanına ulaşamıyorum yani elinden hiçbir şey gelmiyor insanın, sadece yaşamış oluyorsun. Ölmekten bile daha emin olabiliyorum. İnsan sırf bu zamanın içindeki kaybolmuşluk yüzden hiç tanımadığı birine sarılmak istiyor, durup dururken, zamanın kalbini hissetmek için bazen kalbinin durması gerekiyor. Hepimizin ortak korkusu; unutulmak… Zamanın neresinde olduğumu hâlâ öğrenemedim. 


Onun haberi yokken, uyumak gibi… Ona hiç dokunmayacağını bilerek ağlamak gibi, onun duymayacağını bildiğin halde şarkı söylemek gibi, içinden tuttuğun şarkı fallarının çıkması da bir anlam ifade etmiyor, o yokken uyuyup, o yokken uyanıyorsun ve ona yazdığın tüm şiirleri yokluğunun içinde biriktiriyorsun, bir gün belki gelip o boşluğu doldurur diye… Yaşamanın anlamı belki de şu ahmakça ümit kırıntısının içinde gizli. İnanmak; ihtiyaçtan başka bir şey değil.


Haşeratla paylaşıyorum tenimi, uzun zamandır. Sizler kalbimi çok yediniz, duygularımı üzerine pasta süsü gibi yapıp, ekerek. Geriye yalnızca beynim kaldı, o da; acının sınırını ölçebilmek için. 


Ne kimsenin gerçeğiyim, ne de kimse benim yalanım. Tek kazancım nefes almak bir de kitap okumak. Beklemeyi bilen insanların diğer insanlardan daha fazla bildiği bir şeyler vardır.



On Üç Temmuz İki Bin On Beş 11:30

Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat nevinakbulut yeni yazı

İyi Gitmeyen Şeyler



Hiç bir şeyin dönüşü bazı gidişleri telafi edemiyor. Kafamda bir ütü, hava sıcak, herkesten uzağa kaçabilmek için, biraz kimsesiz ve sessiz olmak gerekir. Beynimde birçok şeyin tamiri için bir tornavida, her gün beynimi deliyorum. Sonra kimsesizlik nasıl bir şey, bazen kendimi deniyorum. Beyaz tenli olduğum için daha çok yanıyorum, daha çok acıyor yanıklarım. Mini elbiselerin büyük geldiği zamanlar, saçlarımı kesiyorum. Akşamları gölgeler hariç her şey uzuyor ve zamanın bu vakti beni hep üzüyor…

Uykunun en derin ve en yabancı yerinde, tanıdık bir yorganın ucuna takılıp giden küpenin bile peşine düşmedim. Üşengeç ya da tembel olduğumdan değil sadece yorgunum, terk edilişlerin ezberini yaşarken masalsı rüyalar görüyordum. Burnumun direkleri sızlıyordu… Beklemenin daha hangi türünü yaşayacaktım bilmiyorum.

Güzel vedaları şiirlerden ezberledim.

Daha ne kadar tevekkül etmem gerekiyor varlığımızın yokluğuna değiştiği zamanlara gidebilmek için? Daha ne kadar hatırlamam gerekiyor, unuttuklarını unutabilmek için? Unutmak bile bilmekten geçiyor, bazen öyle çok inanıyorum ki, hiçbir şey bilmediğime ve bilemeyeceğime… 

Allah’a dua eder gibi konuşuyordum seninle, tüm içimle, detaylarımla seviyordum detaylarını, olanlarını, olmayanlarını, olamayacaklarını… 

Zamanı gelen ya da gelmeyen herkesi gülücüklerle uğurlama gibi bir huyum var, belki de sırf o yüzden, o yumuşak yüzümden gerisin geriye dönmek istiyorlar, ama aynı yumuşaklıkta değilim artık, zaman beni yumuşatacağına daha da sertleştiriyor, yüz hatlarım buna dâhil değil, bir de Yıldız Tilbe şarkıları…

Durup dururken çaresizce gökyüzüne bakıyorum, beklediğim ne ki hâlâ bulamadım, mesela ellerin. En azından bunca zaman affetmeliydi onları, artık serbest olmalıydı dokunmaya. 

Ondan uzaklaşınca aslında onun “o” olmadığını anladım, insan bazen çok yakından bakınca göremiyor tümünü, bu bana yalnızca bir şeye sahip olmaktan çok, kaybetme duygusunu tattırıyor. Bolca alıştığım değişimler, değişikliklere alışık olan birisine yeni bir şey veremezsiniz, yeni ne yapmaya çalışsanız yeni olmaz. Onun yanındayken, kendimin bile inanamayacağı şeyler yapıyordum, o gidince bunun ne kadar saçma olduğunu keşfettim, üzülerek, kaybettiklerim arasında meğer en çok kendim varmış, o normalde başka birisi, bende başka birisiymiş yani ben aslında aynı insanı sevememişim. Zamanın içinde kahraman olduğuna inanmak büyük gereksizlikmiş, kahramanlar yalnızca romanlarda sahici duruyor. Bunu öğrendiğimde inanmayı bıraktım ve daha çok okumaya başladım. 

Bir harfin etkisiyle yüzleşemeyecek kadar yorgunum artık, oysa nasıl da sarsılmıştım, şaşırabilmiştim ilk defa, tekdüze değildi hiçbir şey, tüm harflerden vazgeçip, tek harfe sığınmak yetersizlikten başka bir şey değilmiş ya da doymak mıdır bu, tok gözlülük mü, suskunluk mu? Deryalara yüzebileceğine inanamamaktır bu, inançsızlıktır, ama inanmak başlı başına bir beladır. Üstelik aşk bile artık kelime ezberiyken… 

Sonuna kadar uzanamıyorsa kolun yorgunluğa
Sonsuz hayaller peşinden koşamaz ayakların
Paramparça bir dünyada
Büsbütün hayatlar düşlüyoruz
Bir de sevdalar, nasıl yarım, birilerinden hatıra kalmış gibi.

Ateş yine düştüğü yeri, yüreğimizi yaktı, İbrahim ateşini yakan ne kötü ne zalimler varmış, bir avuç karınca yetişemedik söndürmeye ateşi, gücümüz yetmedi. Kötüler hep güçlüdür çünkü değil mi? Cehenneme çevirdiler, kendileri de cehennemi yaşasınlar diyeceğim ama hiçbir ateş bu kadar içlerini yakamaz. Bir de bu ölümlere sevinen, insanlıktan çıkmışlar var, bari sussunlar, hiçbir şey yapamıyorlarsa. Bunlar insansa ben değilim. Kimin kimleri öldürdüğünü öğrenip, sevinenler, kendi kanlarında boğulsunlar. 

Bir şeylerim eksildiğinde, cesaretim çoğaldı, artık korkacak bir şeyimin olmadığını kayıplarımdan anladım. Kaybettiklerim de kaybolabildiklerine göre… Üzerine bir şeyler içmekten başka çarem yoktu, tanımadığım insanlara gülümseyebilecek kadar uzaklara gidebildiğim zamanlar olmuştu, tek sorumlusu kayıplarım değildi, bir kaybolmalarına neden olanlar vardı. 

Bazı şeyleri öğrenmeyi reddettiğim için hazır değildim henüz. Gidenlerin gittiğine inanabildiğimde geri dönebildiklerini gördüm, ama sanki artık zaman değişmişti. Ezberimi iyi ya da kötü şekilde bozan şeyler vardı, alkolün üzerine kahve kadar kötü giden şeyler de ve sadece kötü olan şeylerin üst üste gelmesi, üst üste sigara içebiliyorum, gece boğaz ağrısından uykularımdan uyanıyorum, ama biliyorum ki normalde de uyuyamam, her şey rahatsız ediyor düzenli olarak, içimi ve dışımı… 


Seninle ilgili her yazıya başladığımda, içimdeki duygulara pansuman yapmam icap ediyor, yaramın ucunu her defasında, en keskin bıçağın kenarına bağışlıyorum, kelimeler mutlu oluyor, kelimeler rengârenk oluyor, en çok kırmızı. 

Kelimeler verdiği rahatsızlıktan dolayı özür dilemiyor hiç. Hikâye o ya, gece sancıyorum, gündüz mutlu olduğum şeyler gece sızlatıyor, yatağıma tam boylu boyunca uzanamıyorum, yine de yük garip şey, eşyaların dili, gece gevezeliği tutuyor, oysa sessizlik istiyorum ben, korktuğum hâlde, koyuluğu belli olmayan rengi dudaklarım, sessizlik mukavemeti, uykularım mışıl mışıl uyuyor, ben başlarını bekliyorum. Yarım kalan uykularımı da hayallerime bıraktım, öyle sessiziz ki, yatak ürküyor, duvarlar göğü bulma telaşında, maviye boyanıyor. Gece gök de dâhil her şey lacivert, hiç konuşulmasa da anlıyoruz sessizliğimizden, sessizlik kulaklarımın uğultusu, birisi konuşsa da duyamam. Duyamamak böyle bir şey mi? Sağır olmak her şeye, bir gürültüden mi geçiyor? 

Seni hiçte hak etmediğin şekilde seviyorum, hâlâ kızıyorum, dağına bıraktığım eteklerimi topluyorum, uzun bir zaman dilimi bu ayrılık, ayrılığın sensizlikle alakası yok, eteklerimi topluyorum, kırmızı, yağmur ıslatmıştı en son, gözlerimin altını, mor, renklerin dili olsaydı, beni gökkuşağı ilân ederlerdi. Yine de memnunum sessizlikten, anlatabildiğim için, bir sarılmaya, yüz kere gitmek düştü, aldırmadım, yüzsüzlüktü belki, dudaklarımı onda bıraktığım için yüzümün bir yarısı inatla olmadığı için, bir tarafı gülerken, diğer yanı ağladığı için yüzsüz olmuş olabilirim. Anıları hatırlarken, hepsinin sonuna ünlem işareti yerleştirmek istiyorum, imlâ kuralsız olur, ama içimde öyle kurallı ki bunlar, hepsi tüm varlıklarıyla başlı başına heyecanı, ondan da ziyade daha fazla şeyleri hükmettiriyordu, kalbimin çırpınışları tam da şu kelebek kanatlarıyla açıklanabilir. 



Tüm karışıklıklara rağmen, içimde reddedemediğim, kaybettiğimi kabullenemediğim ama aynı zamanda mütevazi bir odanın içinde yaşanmışlığımla saklanıyorum, ne kadar büyürse büyüsün bedeni insanın, bazen hâlâ çocukça gizleniyor, bir yanım dingin aynı zamanda kendime mesafeli, mor kuş tüylerinin rüzgârındayım, kendi kokum işte tam da bu zamanlarda geliyor burnuma, sonrasında yalnızlığımdan burnumun direkleri sızlıyor, başka koku yok etrafımda, en büyük kimsesizlik sanırım bu. 



Yirmi Dört İki Bin On Beş 18 00
Nevin Akbulut

dergi edebiyat nevinakbulut

İçimdeki Sızıntı



Son çocukluk arkadaşım da dün evlendi, ben iki kelimenin peşinde, yaşanmışlıklardan çok, yaşanmamışlığa aşinayım. İnsanlarla dünyam ayrıldıkça, daha çok kitabım oluyor. Bu hayatta en çok, tavana kadar kitabım olduğu için şükredebilirim. Herkesin kıymet vermediği şeylere karşı aşırı değer verdiğim oluyor ve onlar benim esasında çok umursamadığım şeyleri umursuyor. İçimdeki tiz ve yırtıcı ses, her geçen gün biraz daha yara yapıyor ve kanatıyor, üstelik bunun tedavisi de yok, yeterince antibiyotik ve bilumum ilaç kullandım, hayatımda iki şeyi çok iyi hatırlatıp, hiç unutmayacağım; kanser ve yazılar. Tam olarak yaşadıklarımın sırasını kaybetmesem de, neyi zaman yaşadığımı hiçbir zaman hatırlayamayacağım. İnsanlara göre kayıp gibi görünen şeylerin, bana aslında ödül olarak geldiğinin sonsuz bilincindeyim ve bu kaybetmişliği itirazla reddediyorum. 

Bir şeyler gitgide üzücü olmaya başladı. Bazı şeylerin yokluğunu dile getirmek acıtıyor, var olmadığını bildiğimiz hâlde, bunu söyleyebilmek büyük ağırlık. Etrafındaki kimseye benzemeyişin, onlara benzemeye çalışmandaki gayretin, nasıl yabancılaştırıyor seni kendine, kendime yabancılaşacağıma, başkalarının tanımadığı biri olmayı tercih ederim. Hayattan vazgeçmişliğim boğazımdan başlar, o çizgiden, o çirkinlikten ve onulmaz yaradan. 

Unuttun değil mi? Öyle ya, ebedî hayatın boyunca hatırlayacak değildin, sana göre hatırlayacak bir şey olmadığı halde ve yeterince zorlanırken hatırlamak seni. Ben unutsam hücrelerim unutturamazdı, her gün birisi muhakkak hatırlatırdı, hücrelerimin dışında, canlı ya da cansız her şey hatırlatıyordu, benim hatırlamamam için yeterince sebebimin de olması yetmiyordu. 

Kapkara bir gündü, akça, pakça hayallerle çiziyorduk gökyüzünü, bir de kolumdaki kedi izinin bitmeyen sevgisi vardı, yaşamaya eskiden daha hevesliydim. Sonra ölmek isteyen herkesin yerine geçtim, empati yaparken bir şeyler, sırtıma yapıştı, kalıcı oldu. Daha çok başkasının hikâyesini sahiplendiğim oldu, gözlerimi bir tek onların çukurlarına dikebiliyordum, büyük geliyordu, her sabah soyunuyorum, yara bağlamış kabuklarımdan, sonrası acının verdiğinden çok vereceği korkuyu düşünmek tüm gün. Ruhumun içinden başka bir ruh daha çıkıp, aydınlanır mıyım bilmiyorum, elbette yazdığım ya da okuduğum hikâyelerden birisi beni hayatıma olacaktı, biliyordum, böyle cümlesiz böyle hikâyesiz nereye kadar alınabilir o soğuk nefes? Hastalıklı da olsa bir ruha ve bir miktar nefese sahibim, çoğu zaman gerginim, çoğu zaman duygusal, belki de çoğunlukla sinirimden ağlıyorum. Ama bunu hiç biriniz bilmiyorsunuz, duygusal bir şarkıyı dinlerken, kolu kopan birini hatırlayıp, ağlayabilirim ya da gözleri görmeyen birinin rüyalarını merak ederim, en çok kedilerin korkularını, içimde çünkü onlar. Oysa tırnağına bile kıyamayanlar var, benim de vardı bir zamanlar… Zaman uzun zamandır yalnızca beş harfli kelime benim için. Herkesin bir sınıfı var, bir de herkes kendini güzel göstermek için başka sınıflara girmeye çalışıyor. Sanırım ben sınıfsızım, kimseye kendimi iyi, kötü, güzel ya da çirkin gösterme çabasında değilim. Biliyorum böyle okuyunca çok farklı bir şeymişim gibi görünüyor, yalnızca olduğum gibi davranabildiğimin farkı var bende. Hayal kurmayı unutsam da hâlâ inandığım masallar var, çoğunun sonunu artık değiştirebilsem de, büyümek böyle bir şey belki de, sonunu biliyorsun artık birçok şeyin. Her gün unutmak istediklerimi içimde öldürüyorum, gerçek hayatta karıncalara bile kıyamam. Ama gökkuşağı çıktığında her şeye inanırım o gün, güzel şeylerin geleceğine, renkli günlerin devamına. Çoğu zamanda başkasının masalında kendimi uyuturum. Tükendiğim yerde bir çay daha dolduruyorum, bitki çaylarından nefret ediyorum, meyve sularından da. Bu hayata dair sevdiğim çok az şey var, bu da daha az bağ demek. Herhangi bir kuruma bağlı olmaktan da nefret ediyorum, sınırlı mesai saatlerinden, akraba ziyaretlerinden, beni zorunlu kılmaya çalışan her şeyden ve en çok da iyi ya da kötü amaçla kullanılan, emir kiplerinden. Erkek çocuklarını da seviyorum, kız çocuklarından fazla olmasa da, ama baba olduklarında sevmiyorum. Büyümelerini sevmiyorum, kendimin de büyümesini sevmezdim zaten, büyürkenki o kasvet, sıkıntımı atamadığım o günlerin huzursuzluğu, büyürken yaşadığım korkular… Kadın kahkahalarını, bir de erkek gülümsemelerini seviyorum. Heyecandan ayaklarım yerden kesilmeyeli belki de yıl oldu, heyecanlar seyrekleştiğinde insan yaşlanmaya başlıyor ya da umursamamaya, soğuktan değil de, onun yanımdaki varlığından titrediğim zamanlar dondu içimde, soğuk bir kış gününde, ben en çok kışı özlüyorum. Onca şarap içtiğim halde, dudaklarım çatlamayalı çok zaman oldu. Yetişemediğim zamanların telaşına kapılmıyorum artık. Koşturduğum halde sakinim bu yaşamda. Bolca tebessüm ediyorum tüm kötülüklere rağmen, bir tek onları değiştiremeyeceğim ölünceye kadar ve içimden konuşmayı çok seviyorum. Hayallerimde bir sevgilim bile olabilir ama gerçek hayatta bundan nefret ediyorum. 

Mezarlıklar belki de artık, en güvenilir yerler. İçimdeki sızıntıyı bastırmak adına, bolca su içiyorum, bunun susamışlığımla ilgisi yok, sızılarımın ve sızıntılarımın kavgaya tutuşmasını istiyorum. Bir de alfabemi yeni baştan yazmak isterdim. İçimdeki sızıntıların tenimle ya da bedenimle ilgisi yok. Hayatımda yan etkileri yüksek ilaçlar var, belki tek neden budur. Çekmecelerim hatırlayayım diye değil de, unutayım diye böyle dolu.
Ama hiç bir yerim, ruhum kadar hasta ve yoksul değil. Benim sokaklarım küçük, dar ve eski. Akşamları un çorbası ve rutubet kokar, hemen ilerimizde eskici bir amca var, eski benim sokağım, eskilerden çoğunun öldüğü bir sokak burası, gerçek hayatta insanlar öldürülürken, pencere kenarlarındaki saksılarda, çiçekler yaşatıyoruz. Bir de kediler, kedi mamaları dolu her yer. Günümüzde tüm diğer hayvanların da şüphesiz besin kaynağı. Sabahları da hiç değişmez şekilde taptaze kahvaltı kokar. Birçok teyze, daha küçükken yaşadığı herhangi bir olayı kelimesi kelimesine hatırlıyor, anlatırken. Ben düşündüklerimi bir türlü aktaramıyorum. Tek bildiğim boşluk, kasvet ve huzursuzluk. İşte bunun romanını yazabilirim. Gelecek zaman, bana unuttuklarımı fısıldamaktan başka bir şey vermiyor. Dedim ya, mezarlıklar artık daha güvenli ve daha iyi davranıyor hem insanlara, hem kedilere…

Önceleri yaranı sevdiklerini söylüyorlar, dokunmak için. Dokunmak birçoğu için bir ibadet ama bu eziyet sonradan olan, dokunmak yetmiyor. Kimse senin yaranı sahiplenemiyor, sahiplenmek ve dokunmak istediği yalnızca ten, yaralar değil ve ancak bir şekilde sevebilirler sendeki yaraları; kendileri açtıkları zaman. O zaman sahip olduklarını düşünürler ancak. Kızlarını sevmeyi bilmedikleri için, babaları sevmiyorum. Dokunmak onların anladığı gibi değil. 

Vedalarda başlıyor, en güzel aşklar ve trenler, onlar aşksız kalmadı hiç. Rayların gürültüleri arasından bile yaşanabiliyor bazen güzel görüntüler, sonrası toz, bulut ve duman. Dumansız olmaz zaten, hiçbir aman. Ne kalbimi nefesime yetiştirebildim, ne de nefesimi kalbime ayarlayabildim, düzensizim. Çarpılar ve çarpıntılar da yetişemiyor imdadıma. Sınırlarımı ihlâl eden, sinirlere hâkimim, çoğu zaman bu benim suçum değil, vücudumun yapısı bu, kalbimin ya da duygularımın. Adımlayken bile, adımsızdım, adının herhangi bir harfinin adımın içinde olması bir şeyi ifade etmiyor, adımın ne kadar adının içinde olduğu mühim. Kafa karıştırıcı şeyler bunlar, biliyorum, ama karıştırmadan bulamıyorum içimdeki sensizliğimin cevabını. Sorular bile bu kadar basitken üstelik. Dudaklar can sıkıntısından ne güzel de yeniyor, sonra ağzım yeniliyor, konuşamıyorum. Kelimeleri tekrar bekletip, biriktikleri yeri bulacağım bir gün, mücevher bulmuş gibi sevineceğim. Sonra kendimi affedip, yürüyüş yapacağım bizim sahilde, üzerine de soğuk su içeceğim. 


Yirmi Dokuz Temmuz İki Bin On Beş 16:00
Nevin Akbulut

Genel

Köşesi Olmayan Yazılar



Atmayı çoktan bırakmış, daha çok ölüme müptezel, yalnızca seğirmelerden oluşan bir kalp, o da istem dışı. Nefes almak, hiçbir zaman yaşamanın kanıtı olamadı. 

Her şeyi olağanüstü güzel bulduğum günler, kötü günlerde kaldı. Senin yanında kendimi güzel hissettiğim ahmaklığı, bir daha okunamayacak kitapların dip sayfalarına sakladım. Tozlu biraz yüzüm, biraz da tuzlu. Gözyaşları ne kadar tanıdık, çirkinlik ne kadar güzel. Üstelik olduğu için iyiye giden şeyler de yok artık, olsa da olmasa da kötüye giden şeyler var. Yağmur yağmıyor mesela uzun zamandır. Herkes kendi gözyaşını biriktiriyor, kendi gökyüzünde. Hazin bir hikâye nefes almak, üstelik yıldızların sonu hiçte bizimkilere benzemiyor. Yaranın da yarası oldu, sustuğumdan beri, adını hiç anmayacaktım, dilimdeki ezberin aklına giremedim, silemedim orayı. Gittiğinden beri dünya daha büyük bir yer, birbirini bulamayacaklar listesinde en üst sıralarda görünmüyoruz, orada bile kayıbız, dünya küçük bir yerdi hani?

Zaten seninle konuşulacak her şeyi söyleyip, bitirseydim şimdi böylesine birikmezdi söyleyeceklerim. Sinema salonunda, koltukta yan yana oturduğumuzda söylemek istiyordum kulağına, şimdi söyleyeceklerimi, oysa her yerine ayrı seferlerde söylesem de anlaşılamayacak bir şey bu, ellerim şimdi daha bir kimsesiz, daha bir soğuk sanki. Söyleyebildiğim tek şey, konuşamadığımdı. Nasıl dağınıktı cümleler, nasıl kayan yazı gibi duruyordu aklımın köşesinde, zamanı tutamadığım gibi, seni de tutamadım, kelimelere bile sahip çıkamadım. Hatta kendime bile sahip olamadığım yerde söylüyorum bunları, saçlarım ellerine sahipti, ellerim dudaklarına. O kadar da kimsesiz değildim yani. 

Ellerim bolca tırnak kemirmece, bol çekmeceli, fazla çeşitli duygularım. Seni düşünürken bir anda, kahvaltıyı özlüyorum mesela, iştahlı sabahlarımı özledim, kahvaltıdan çok kokusunu, senden de çok kokunu. Heceliyorum her bir acıyı, biraz daha kalıcı her şey ve zaman artık daha yavaş geçiyor. Büyüdüm mü sahi o günlere göre? Kalbimin büyüdüğü kesindir, hani hep böyle kendi kendime konuşuyormuş gibiyim ya, aslında değil, inan yalnızlık değil bu, insan yalnızca düşünebildiği yerdedir ve hiçbir mutluluk kelimeler kadar uzun ömürlü değildir. Hüzünlü şeylere gülmeye çalıştığım kadar komikleştirebilmeyi de becerebildiğim zamanlardayım. Nasıl gülüyorum şimdi o günlerdeki acemiliğime, kendimi iyi hissetmediğim halde, güzel bulduğuma, nasıl şaşırıyorum şimdi. Yaşanan her şeyin makul bir nedeni vardı. Saçma bulduğum şeylerin şimdi hep bir anlamı olduğundan beri, saçma bile olsa yaşayamadığımı hissediyorum acıklı bir sonla. Şimdi o altını çizemeden geçtiğimiz tüm zamanların anlamının ağırlığı içinde eziliyorum. Dil tarihinde yeri yok belki anlatamadıklarımın, ama yine de anlatmaya çabalıyorum. Anlatamadıkça daha da ağırlaşıyor zaman ve cevabını bulamadıklarımın soruları büyüyor gözümde, soruların da sorunu var. Tüm bunlar içinde çıkılamaz hâl aldığında, hiç kendimi bırakamadığımda, aynı cümlede hem sana hem kendime yer vermek yerine, bizi unutamayışıma… Biraz daha uyuşuyorum, gidebildiğim kadar gittiğim uzaklıklarda, çaresi olmayan sancıyla boğuşmak yerine kaçmak daha akıllıca, telâfisini birkaç biraya bırakıyorum, şişelerin affına sığınarak, oturduğum sandalyeleri bile seviyorum, kenarlarına şiir konası kanatlarıma, bir görünüp bir kayboluyor her şey. Üzerinden geçemediklerimi bulmaya çalışıyorum, utanışım, çekinmem, gözlerin hep mi karanlık kuyu gibi çekerdi beni? Hayatımda hiçbir göz böyle anlamlı olmamıştı gözümde, babamın gözleri bile cennetten çıkmayken. 

Gittikçe yabancılaştığındaki kaygımı içimdeki derin anlamlara yüklüyorum. Herhangi bir şeyin senin yerine geçebilme ihtimallerini yok ettim, bunun senin güzelliğinle bir ilgisi yok, ancak içimdeki duyguların yersizliği olabilir. Nereye koyacağımı bilemediğim ellerim gibi… Çocuk sevincimi çocuklara bıraktım, çocuklar da öldü. Sevinç denilen şey, savaşlardan önce vardı, mühimdi, parlıyordu belki. Şimdi üzeri kirlenmiş ne parlaklığı ne de varlığı bilinen ya da görünen bir şey. 

Boğazımda yanık kokusu, içimde birkaç mektup yandı ve bir hayat. Gökyüzünde çiçekler astılar kendilerini. Kuracak hayaller kalmadığında daha fazla vişne reçeli yiyeceğim, gittikçe daha az meyve suyu içiyorum. Birçok sebzeden nefret ediyorum, nedensiz. Gerçeklerle yüzleşememenin yorgunluğu çöktü içime, uzun zamandır umduğum bir şey yok, umduklarım gelmediğinden beri. Beklemeyi de unuttum. Boynumdaki benlerin beni daha kimsesiz gösterdiğine inanıyorum. Gece kâbusları en iyi umutlarla ya da en karanlık umutsuzluklarla sabaha dökülüyor, gün ortası daha yaşanılmaz bir hâlde, gece çekilir dert değil. Ölesim yoktu, gülüyordum. 

Sonsuz güvenen insanların, belirsiz zamanlı gücenmeleri var üzerimde ve acemice kırılmaları. Gereksiz yere eğildim, olmayacak yerlerim büküldü, içim daha bir büzüldü. Sonrası alışkanlık; vücudun, tenin, yüreğin hep o yanlış noktadan dosdoğru kırılması. Susmaktan başka konuşacağım bir şey yok. 

Bir kere sevdiğimde uçmuştum, uçmayı sevdiğim için, biraz daha sevdim onu. Sonra düştüm. Duygularım başka birinin hissetmesi gereken şeylermiş gibi gelmeye başladı, uçmayı sevmemeye başladım, sevmeyi de… Hoşuma giden şeylerin, gitme kısmı kaldı, hoş kısmı onlara gitti. Bölünmeyi defalarca yaşadık, parçalanmanın sesi kulaklarımda olduğu sürece, içimde bir parça eksik, bu eksiklik yer etmiş bir fazlalık. Neyin fazla, ne kadarının eksik olduğunu hesaplayamayacak kadar karıştım. Üstelik pazarları ayaklarım daha çok dinleniyor, gözlerim ve ellerim daha çok yoruluyor, en sevdiğim günlerde ağlıyorum. Açıklayamıyorum bazı şeyleri, açıkladığım hâlde. Tam yoksunluk meselesi, kazanırken kaybetmek ve aslında kime kırgın olduğunu hiç bilememek. İlla birine kızgın olmak gerekiyormuş, onların kuralları böyle söylüyor, insan nedensiz yere ağlayamazmış bir de… Kimseye kırılamadığımdan beri, kızamıyorum da. Kendim dâhil, kimseyle o derece bir yakınlığım yok.

Beni yaprakların arasına gömün, tüm yapraklara şiir yazacağım. Saçımdaki saçı başka yerlerde görmüştüm. Sizlere uzaktan ya da yakından bakabilmem, gözümdeki değerinizi değiştirmiyor, yalnızca başımı stres duvarlarına vurma nedenim. Uzaktan görebildiklerim; müthiş bir riyakârlık, yakından görebildiklerim de tamamen sahtelik. Bozdurup, harcamak istediğim dostlarım var, neyse ki dünya malına çok kıymet vermiyorum. Daha fazla yaklaşabildiklerimin becerdiği izler ve kırıklar kangrene dönüştü. Neyse ki, değişen ruh hallerim var, hiçbir şeyin üzerinde birkaç saatten fazla durmaya değer görmüyorum, vakit bu mühim bir şey, kolay harcanmamalı. Ama uzun bir süre anlatabileceğim öyküler var, “kuşlar ölmesin” diye başlayan…


Sekiz Ağustos İki Bin On Beş 11 40
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat nevinakbulut yeni yazı

Mütevazi Susmalar

Her yerden kaçar gibi uzaklaşmak. Kitap raflarında son çıkan kitapların içimi sızlatması, ne kadar sıradan değil mi? Sıradan insanların, sıradan dünyasında bir sırayı daha bozmak istiyorum. Kanserden ölen insanları gördükçe, beni kanserin yaşattığına ve bu kadar inatçı olduğuma kızıyorum. Başımın önüme düşerken saçlarımın yalnız bir kısmının bu eyleme tabi olması ve hızla yine kaçmak, beklentilerden…

Anılara bağlı olmaktan nefret ediyorum çünkü her bir anı, başka bir anıyı hatırlatıyor, bir türlü kurtulamıyorsun onları hatırlamaktan. Halbuki bana hep “unuttun mu?” dediklerinde hatırlıyorum, anısızlaşmadan ıssızlaşılmıyor, ıssızlaşmadan ölünmüyor. Hayalleri gerçek sanmaya başladığımdan beri, kusursuz hayallerim azaldı. Hangi sanrıyı gerçeğe yüklersek, o zaman güzelliği kayboluyor, dokununca bozulan çiçekler gibi…

Yaşayamıyoruz da, bir rüyada gibi, yaşama taklidi yapıp, nefes alıyoruz. Yeni şeyleri deneyeceğime, eskilere gidiyorum, eskilerde az yaşanacak hatırlara kaldı. Bazı öyküler çok güldürüyor beni, özellikle ağlatanlar. Şenlik diye bir yer yok. Eskiden mahallede, çekirdek çitleyen çocukların yerini sokağa çıkamayan çocuklar aldı. Kaç zamandır düşünemiyorsun, bir sevgilinin içten sarılışını? O kadar da uzak bir hayal olmamalı. Anlatamadıklarımı yazıyorum, yazdıklarımı susuyorum. Anlatmaktan bıktığım onun anılarını, başka hatıralara karıştırmaktan başka çarem yoktu. Onun yerine her gün kolumdaki kedi dövmesini seviyorum. Olmak istediğim yerlere ancak geceleri uyuyunca gidebiliyorum, bu kadar uzak olmamalı ondaki yerim. Her şeyi anlamak zorunda değildin ama benim sana açtığım, bir tek sana açtığım kalbimi anlaman gerekirdi. 

Bana dokunuşundaki umursamazlığında kuş sesleri kuşattı beynimi. Umarsızlığın köşelerimde duruyor, sahi kaç zamandır bakamıyorsun saate? Ben uzun zamandır tarihleri yalnızca iş saatleri için kullanıyorum. Bir sufle verseydin nefesinin en dinmez yerinden, tutulurdum. Nasıl yabancıyım oysa mutlu sabahlara uyanmaya. Papatyalar arasında, her gece düşlere sırıtıyorum.

Sen hayatıma açtığım yanlış bir parantezdin. İçi hatalarla doldurmuştuk, başka boşluk yoktu hayatımızda. Ben o yanlış paranteze kapandım, kapadım hayatımı. 

Alkollüyken birini aradığınızda, muhtemelen kaza süsüdür yüzünüze çarpan gülümseme. Keşke yalnızca ses tonları kadar kötü olabilse insanlar. Ben yalnızca yazmayı uzatıyorum, hikâyemizi öldürmemek için. Çoktan yaşandı ve bitti zamanların uzatmalı tanığıyım. “Kime ne?” demek istiyorum çıkamadığım her sokağın dibinde. Parmaklarım uyuşuyor, sonra ellerim, en kötüsü de bu, kimse hissetmiyor. Benim hiçbir şeyim onların değil çünkü. Henüz uyuşuklukları çözebilen bir teknoloji yok, olsa zaten saçma olurdu. Parklar niye var ki başka, yalnızları kucaklayamıyorsa bankları? İçimdeki slogan bugün sustu. Benim hayatıma koyduğum nokta, sizlerin saçma yaşamlarına bir anlam olsun, canımı kendi ellerimle alabilirdim, kalbimi çıkarıp, en yüksek bir dağın tepesinden aşağılara yuvarlayabilirdim, intihar olmasaydı. Bu hepsini kapsıyor. Hayatımızda ne doğru ki, nokta bile yamuk yumuk. Çizebildiğim tek şey bu. Affetmeyin. 

Bugün yalnızca onun susmalarını anlatacağım. 

Başka cümle yok, bir göz değmesi, bir el dokunuşu, bir saçmalık, ilgisizliğin en mütevazi haliyle ölüyorum. Kendi ölümümü yazacak gizli bir ajan gibi araştıracağım. Yeterince göründüğümde artık hiç görünmez olacağım. Görünmez renkte bir yere saklanacağım. Gerçeklerin peşinde olmadım hiç, geçmişte tüm gerçekliği çıplaklığıyla kabullendiğimden beri, artık yalnızca düşlere inanıyordum. Düş giyinip, sımsıkı susuyordum. Bilmem gereken şeyleri bile öğrenmekte çaba göstermiyordum. Kışın daha çok soğukta geziniyorum, soğuğun dondurma ihtimaliyle, tüm bedenimden sonra, duygularımın da donup, işe yaramaz bir hale geleceğini düşünerek, durmadan yürüyorum. İnsanlar hayatıma tepeden bakmaya başladıklarından beri, en yaramaz öğrenci olmak istiyorum, daha az sorulara cevap veriyorum. Mütevazi susmalar biriktiriyorum. Onların susmalarını yüzlerine çarpıyorum, karşılığında dalga geçiyorlar, ben de gülüyorum. Hayatımın bundan sonraki döneminde, yarım kalmış bir hikâye olduğumu hiç unutmayacağım, bu yarımı tamamlamak için de hiç uğraşmayacağım. 

Bazı kelimelerden nefret etmeme neden olan, bazı olaylar var. Kaldığı yerden devam edemediği gibi hiçbir şey, etmesi gerektiği gibi de edemiyor. Artık daha fazla hastayız, çünkü iyileşmek için az neden, ölmek için çok neden var. 

Yeterince gittiklerinde, kendimi önemsiz, hayatımı anlamsız hissedeceğim. Sessiz ağlamalarım ve sesli haykırmalarım yastığım için hiçbir anlam ifade etmiyor, o sadece ölçüyor, gözyaşının tadını, tuzunu ve son olarak da ağırlığını, içine çekiyor. Bazı gidişler, diğerlerine hiç benzemez, ipleri koparıp giderler, ben genelde susmayı tercih ederim, susmak çünkü hep aynıdır. Aynı şekilde susup, farklı şekillerde ağlayabilir insan. Ağlamalarımı hep sona saklarım. Kırılma anlarımı ilk başta algılayamam, ne olduğunu şaşırırım, ne olamadığıma da… Hatta aslında ne olması gerektiğini de. Zamanla harici duygulara dönüşür bu kırılma noktaları, sağda solda ara sıra hatırladığın herhangi bir olaya dönüşür, hatırlamak istemediğin, unutmak için elinden geleni yaparsın. Çayın bayatlamasına kızarsın, boynunda kırılan kolyeye söversin, çok anlamlıdır senin için çünkü… Masanda unuttuğun fincana, geceleyin açık unuttuğun pencereye kızarsın sonra da. “Az daha zaman, geçecek” derken her gün kendi kendine, her şey biraz daha berbat olur. Büyük şeyler değil de bizi bitiren, o küçücük şeylere yeniliriz. O günleri yaşamak adına, aynı o günlerdeki gibi gittiğim yerlerde, o gün gibi olmuyor hiç, ne bende, ne de oralarda o zamanki hisler yok, oysa duygu koleksiyonumun en başına bu anları eklemiştim, sırasına göre. Sırayı zamansızlık bozdu, sonra da suskunluk. 

Hayata karışmaya kalktığım her eylemde, biraz daha içime kapandım, bizleri uzaklaştıran sevinçler, yakınlaştıran da berbat hissettiğimiz anlar oldu, normal zamanlarda yaklaşmam mümkün değildi, üstelik bu kadar uzakken. İyi niyetli birisine kötülük gibi gelmiştim, iyi niyetli değildi, ben de öyle niyetli değildim, hiçbir şey değildim. Zamanın, mekânın, doğduğum şehrin, sokakların, kustuğum yerlerin, sustuğum yolların daha doğrusu hiçbir şeyle ölçülemeyecek ya da kıyaslanamayacak bir şeydim. Ama çok güzel paylandım. Yaşamak denilen, paramparça hayatımda çok güzel payını aldım ağzımın, kelimelerimi döktüm her sene, tüy döken kediler gibi, bazen en çok kedilerle konuşur insan, herkesle susarken.

Köklerimin dibine kadar bıraktığı bir yerde, yalnızca buhar olup yağmura karışmak istiyorum, sanki tek kurtuluş yolu buymuş gibi, gökyüzüne çıkmanın başka çaresi olmadığını biliyorum. Yeryüzü de lanetlenmiş gibi. Bir gece öncesini bile özlüyorum, günler gittikçe tadı tuzu alınmış yemekler gibi, yemek zorundayız. Nefes alarak ömrümüzü geçiriyoruz. Gece sarılıp ağlayacağım nedenlerim var, gündüz hiç ağlamamış gibi gülmem gerekiyor. İnsan zaten geceleri bu kadar ağlayıp, gündüzleri de bu kadar güldüğü için dengesiz oluyor bence. Hayattaki dengeyi sağlayabilmek için, dengesiz olmak gerekiyor. Yeterince gittiler ve ben şimdi yeniden kendimi hatırlamaya çalışıyorum, onları unutmak için.

On Dört Ağustos İki Bin On Beş 15 00

Nevin Akbulut