Monthly Archives:

Temmuz 2024

blog dergi edebiyat Genel nevin akbulut psikoloji yeni yazı

Gereksinim Zannettiğimiz Şeylerin Gereksiz Köleliği

Bu darlık, bu kadarlık yeterdi şimdilik.

Bekledikçe çoğalıyor yollar, sustukça birikiyor pencereler. Kararsızlığının içindeki onulmaz hayret, kavga ve kaygılarınla birlikte yolları sahiplenemiyorsun, pencerelere dokunamıyorsun, açamıyorsun, kapatamıyorsun da. Bekliyorsun belki kendi kendine bir şey olur diye, olmuyor. Zaman eskiyor, yollar gibi, başkaları tamamlıyor yokluğundaki yerleri. Zavallılığından değildi acı çekmen, bunu bu kadar gizliyor olmandı asıl acılık. Yoktan yere harcadığın hiçbir şeyden yeni bir hayat çıkmıyor. Ellerinde yarım yamalak, tamamlanmayacak parçalanmış anılarla bir yaşam düşleyemezsin. Günler aynı sıkıcı tekdüzelik, sinir bozucu bir yassılık ve dinmek bilmeyen lodoslarla geçip, gidiyordu. Şükür ki böyleydi, rüzgârı olmayan yerlerin hiçbir şeyi katlanılır gelmiyordu, şu sıkıntılı sıcaklık oranlarında. Hem rüzgârlı olunca günler, daha hızlı geçiyordu.

Öyle bir yer var, oturup, kaldığın, varlığının yokluğunla bir olduğu, fark edilmediği ama bunu da umursamadığın, hiçbir şey yapmadığın, yapmayacağın, beklermiş pozuna bürünüp, vaziyetsizliğinden bir anlam çıkarmadan, gülmeden, ağlamadan geçirmek istediğin anlar…
Hiçbir güneşi benimsemedim geceyi özlediğim kadar. İçimdeki afyon bir türlü patlamadığından belki… Cevapsız kaldıkça sorular çoğaldı, yayıldı, bulaştı. Artık her şey muammadan ibaret, bilinmezliğin hasretiyle yoğrulurken, görülmenin, bilinmenin ama sadece bizim istediğimiz şekilde, kölesi olduk. Durup, düşünmek yerine içimle bir araya gelip, kendimi çekiştiriyorum, kimseyi sorgulayacak kadar yakınımda görmüyorum, kendime de yabancıyım belki. Çevrede olan biten karşıtlıklarla içimizdeki çelişkiden kurtulamıyoruz. Kendi kendimin ölçüsünü bulamıyor, kimyamı dengede tutamıyorum. Günden güne bozulmakla, parçalanmak arasında evrendeki zamanımı dolduruyorum, istikrarsız bir şekilde. Bazen kendi hızıma yetişemezken, bazen kendimi olduğum yerde durup, bekliyorum. Her sabah aynı koşturmacanın içinde, gün boyu debelenerek mi anlam bulacaktım bu hayatta? Kendi kendimi de cevaplamıyorum artık, sorular hoşuma gitmiyor, hangi tanımı yapsam, eksik kalıyor ya da yetersiz. Kendime yetemeyip, bir şeylere arttığım zamanlardan miras bu hâl bana.

Çıkamadığım belirsizliklerime her gün yeni aşırılıklar ve çelişkiler ekleniyor. Ne olduğunu, olabilirliklerini bilenlere imrenerek bakıyorum, hiçbir şeyim, teşekkür ederim diyorum. Bir virgüle bile anlam yüklediğim zamanları özlemle anıyorum, her şeye fazladan yüklediğim anlamlar yüzünden anlamsızım. Bir manam yok, bir manim de yok, stokladığım hikâyeler var olmama yetmiyor artık, kayıp gidiyorum, insanlık denilen şey uzaklaştıkça, kendimden gidiyorum, hayattan, uzaklar diye bir yer de yokmuş, bulamıyorum. Neyi toplasam, sıfırla çarpmış gibi kalıyorum, düzde. Umutlu söyleşilerden iğreniyorum, bunca kötü şey olurken, nasıl yalandan ümit pazarlayabiliyorlar, riyakârlığın en üst seviyesi bu olsa gerek. Yokluğu ve boşluğu harmanlayıp durdum yıllarca, çıkan sonuç karanlık ve boğuntu dolu bir çukurdu. Uzağa gitmeye gerek yoktu, herkes kendi cehenneminin bekçisi ya da kölesiydi. Hiçlik mevzunu eylemsizlikle tanımlayabilirdim, ortada tamamlayamadığım yarım kalmış, az yaşanmış, çok uzamış bir ömür var gibi duruyordu. Hayata fazladan anlam yüklemeye çalışırken, ölümden medet umabilmeyi nasıl başaracaktım? İçimdeki çelişkilerden bir kule oluşturdum, çıktım en tepesine, aşağıya bakıyorum.
Ellerini Portekiz’de geçen bir şiirde unuttu, umutlu bir dündü. Bugün hayaller kurabiliyorken, o gün ölmüştü. Sevmek bir çeşit gönülle işbirliği, yürekle uyum, mütemadiyen akılla ılımsız bir versiyonun çekimi ya da çekimsizliği. Geçmişten emanet ışıltıların üzerine sünger çekip, kaybolduğun, kendine yepyeni sayfalar açtığın yegâne tertemiz hayat. Öyle sanıyorsun, o anda bu sanmayı üstelik o kadar çok benimsiyorsun ki. Her şeyi değiştirebilirsin zannediyorsun, değişiyor da her şey, senle ya da sensiz. Yüreğini tüm o uzak ışıltılardan koparıp, estetikle birinin eline bırakmışsın gibi. Kalp neredeyse oraya bağlısın sanılıyor, denizde nefes alabilirim, karada uçabilirim zannediyorsun, kalpsiz de yaşayabilen bu kadar canlı varken, niye olmasın ki? Hislerin o kadar da mantıksız gelmiyor. Aklını şahit tutma çabalarından yorulduğunda bırakıyorsun her şeyi. Aklını ikna etmeye ihtiyacın yok ki, kalbinle böyle anlaşmışken, gerisine ihtiyaç duymadığını zannediyorsun. Zanlardan öteye gitmiyor aslında hiçbir gerçek. İnancınla yoğurup, büyüttüğün her şey gün gelip sana sırtını dönüyor, yüreğinde patlıyor, kalbin ağzına geliyor, yutamadığın her şey gibi boğazında düğüm olarak hayatına devam ediyor.

Sabrımı zorlayan zamanın tam da ortasında, iliklerimden başlayan ağlamayla birlikte, hiç büyümeyecek çocuklara, andımı, tırnaklarımı, bakışlarımı ve uzaklıkları genişletmenin bir şeye yaramayacağının sıkıntısıyla ve ancak içimdeki hiçleri büyüterek, olur, olmaz herkesi gönüllü oraya doldurarak, yüreğimin onca genişlemesinin de yetmediğini bilerek, içime doğru dallanıp, budaklanıyorum.

Neden ve sonuç ilişkisindeki hesabı tutturamadım sanırım ben, böyle içten içe açık verdim. Henüz sönmüş bir ağaç, fidanını, ömrünü geride bırakmış, ilmek gibi dizili, taşlardan başka gidecek yer yok. Gizimdeki anlaşılmayan imge ile daha da anlaşılmayışım, içime attığım düğümler her gün yenileniyor, bir şey olmadan, durduk yere çoğunda. Bu düğümleri içimle birlikte yıllarca ezberlediğimizden belki… Büyüyen kâküllerime su verip, besleyip, sonunda kıymak gibi bazı kadir kıymet bilmezlikler. Zerresi bile canını onca hiçe sayarken, kaç katlarına galip geldin her defasında, kendine yenilerek, içine dolarak, dışarıya uzaklaşarak ama her sefer şu seferkine de benzemiyor artık sanki. Tahammülümüzle dalga geçiyor yaşam, kalbimizi zorluyor zaman. Tıkış tıkış kırıklarla dolu bir kalple nereye varacağımızı zannediyoruz? Bence artık biz içten içe, varılamayacak yerleri de biliyoruz, ezberledik. Gidebilenleri çok gördüğümüzden, ama artık onlara da çok görmemeyi öğrendiğimizden, duyduğumuzdan içimize yer etti fazlasıyla.

Kırıştı güzel geçen her şey, zamanla birlikte, artık hiç gelmez. Bir büyüydü vurulduğumuz, büyütüp, durduğumuz zaman içinde. Tılsıma çarpmışım ağzımı, burnumu, etkilenişim çok mu? Yangınlara alışamayız biliyorum, ama yanmaya da mı alışamadık? Bunca şaşırıyoruz hâlâ. Ummadığın anda gelir umdukların ya da ummadığın anda giderler. İkisi de aynı şeydir.
Her aldanış başka bir yeri örseleyip, kullanılmaz hâle getirirken, arada yağmuru beklemek yokluğun sınırındaki bir yeti miydi? Bu tekrarlardı bizi kendimize yetiremeyen, bekleten ve en sonunda yine hep şaşırtan. Olmayacak duaları, olacak zamanlarda bile etsen kâr etmezdi, ölsek bile öğrenemeyeceğimiz şeyler vardı, son cümleyi son olmayacağını bilmeden kullanmak gibi. Bu kahır bizden sonrakilere bile yeter de artardı bile. Seni, beni boş verdim de, kendimin bile hatırı yokmuş gibi kendimde, bir yabancıya anlatır gibi yine susarım bir ara hiçleri, olmazları, oldubittileri, ellerim dizlerimde, o avluda oturup, hiçbir şey olmamış gibi aklımda kalmayanları bile anlatırım bu defa.

18.07.2024 15:00
Nevin Akbulut