Kendimi senden miras kalan büyük boşluğa bırakmanın alacaklısıydım. Gözüm yükseklerde değil, yerdeki karıncalardaydı, ayları doğrayan zaman, bize de kıymaz mıydı? İmla kurallarına gösterdiğim özeni, kalbime de gösterebilseydim keşke. Kalbimi yakan şeyler, ellerimi bir türlü ısıtamıyor. Fizik kurallarına ben miyim aykırı olan? Yoksa kurallar mı saçma? Sisin içinde kaybolan gözlerimi arıyorum, karanlığa alışınca gözlerim görür gibi bir şey değil bu, siste tamamen kayıpsındır. Yaktığım ışıkların da aydınlatamadığı geceler var, diplerimde. Karanlıkla açıklanamayacak şeyler var, yitirdiklerimde ve devamında yitireceklerimde; ölmeden önce okumak istediğim kitaplara yetişemezsem, beni affetsinler. Yine de daha ciddi şeyler var düşündüğüm, hissettiğim; gökyüzünün perdesi yırtılmış, pencereleri çarpan rüzgâr da anlamaz ne demek istediğimi.
Hesaba katmadığın şeylerin hesabından yine de yakanı sıyıramıyorsun. Yağmuru severek seyrederken, yıldırım düşüyor misal, en sevdiğin ağacın dibine, evrenin avazının çıktığı kadar kıyameti bağırdığını duyamıyorsun ya da duymak istemiyorsun. Felakete her daim kapalı olan gözlerini rüzgâr yiyor, gözlerini kaybettiğine inanıyorsun o sisli günde, başka bir şey olabileceğini, olduğunu kabullenmiyorsun. Gözünden akan yaşları su zannediyorsun susamayı öğrendiğinden beri, yağmuru tanıyınca anlıyorsun susuzluğun ne olduğunu. Susuyorum, aklımda, kalbimde biriken kelimeler belki de susmamı istiyor. Yanmaktan değil de küllerin içimde birikip, beni çürütmesinden korktum. Gitmeyi göze aldığım yollar, gözümde çürüdü.
Akıl artığı zamanlarımda, aklımı daha da kaçırdığım anlarım oldu, sebeptin diyemeyeceğim, ancak yokluğundan dolayı bir neden olabilirsin. Aşırı iyimser kişiler aynı zamanda da aşırı karamsar kişilerdir ve fazlasıyla hayal kırıklığı yüklüdürler, üstelik kırıklığın sesi de çıkmaz. Bazı kitaplar kahvaltı yapmadan okunmuyor. Gülüp, geçtiğin şeylere ağlayıp, geçemezsin, orada kalırsın. Bir cümle sadece o şekilde söylenildiği için, başka bir yerde bütünü oluşturamaz. Ne güzel ölü doğduydum, düşünsene; birkaç saniye farkla tüm bu yaşanılan ve yaşanacaklardan sorumlu olmayacaktım, gerçekten kurtulacaktım. Ağrı kesicinin de kesemeyeceği ağrılar var.
Senin ruh hezeyanlarından kimsenin haberi yok, kimse senin gibi hissetmiyor ve hissetmeyecek o yüzden tek kişilik heyecanlan. Nirvana grubunun kokaini bırakamadığı gibi hayatta bırakamadığımız şeyler var, eksiğiz çünkü artığız, ihtiyaç duyuyoruz, içimi gıdıklayan sigara közü ve senin gözlerin, sıcaklıkları eşit.
Devamı hiç olmayan, tek hücreli aşkların olduğu zamanlarda büyük şeylerden bahsetmenin yersizliği içinde kıvranıyorum. Gölgem bile tavır almış, sıkılmış benden, kaçmaya yer arıyor. Boynum bunca kesik olmasa, biraz daha başım dik yürüyebilir miydim? Var olan şeyler giderlerdi, önce varlığını kanıtlaman gerekirdi gitmen için, sen o kadar azdın ki… Taşınınca artık o ev olmayan yerin boşluğu ve ruhsuzluğu vardı sende. Bozuk hava gibiydin ve sürekli soğuk havalara denk geliyorduk. Anlamsızlığına yüklediğim anlamların altında kaldım. Kendinle uzlaşabilseydin, iyi olabilirdim yanında, sen içine inanmadın. Kendi kendinin yalancısıydın. İçimdeki kutsalın içine yerleşmiştin ve bunu bir tek ben biliyordum, ağzıma döktüğün sırlardan uzaklaştıkça, kelimeler varlığını yitiriyordu, konuşmadan bilmenin yolunu bulmuştuk. Gündüz gezdiğimiz sokakların geceleri sevimsiz birer taş parçasına dönüştüğünü gördüğümde içimdeki soğukluk buz tuttu. Günlük konuşmaların sıradanlığı bile en değerli kitaptan bahsediyor gibiydi, bu yanılgıya düştüğümde muhtaç kaldım bir virgüle bile. Her şey sabah olması kadar, yağmuru sevmek kadar doğaldı, bir tek bana mı olağanüstü geliyordu? Mucizeye ihtiyacım olduğu için belki de ben uydurdum bu masalı, kendimi yitirdiğim anda.
Ciddi sandığın ağrıların da aslında hiçbir yere varmadığı nankör zamanlardayım, uyuşturucu gülmesi bazıları, yine de diğerlerinden ayırmak için derinlik gerekir. Bıçak sırtındayım, belki de bir köpek balığının dişinin ucunda. Yürürsem ayaklarımın kesileceğine inandığım için, durduğum yerde durup bekliyorum, beklemekten başka bir beklentim yok, yavaşça da olsa eninde sonunda kesileceğimi biliyorum. Tuhaf trajedilerden kurtulamayan hayatıma yeni bir son hazırlamam gerekiyordu ve bunun için ihtiyacım olan son şeydi mecaz. Göz torbalarım oluşana kadar ağlayacağım ve sonra tekrar o torbaları doldurana kadar.
Daha fazla kırmızı olamam ve daha fazla ağlayamam zannediyordum, bayılmanın ötesine geçtiğimde artık yoktum, sadece yere düşerken çıkardığım sesler ve vücudumdaki morluklar vardı. Artık dünya kırmızının şehveti ve güzelliği değil, morun işkencesi ve izleriyle doluydu. Kısacası artık hayat; benim bile rengimi bozabilecek kadar cüretkâr ve kötüydü!
Sadece bir tek şeyi sana kimsenin anlatamayacağı şekilde anlatmak istedim. Gözyaşlarım yoruldu, kirpiklerim bıktı ıslanmaktan, gün geldi, sabah uyanmak istemedim. Gece geldi ölmek istedim. Unutuldum, çabaladığım şeylerin altında kaldım. Dumanların beni çağırdığı yerde kendimi kaybedeceğimden değil de beni bulamayacağından korktum, sanki arıyormuşsun gibi.
Tüm insanları aynı kefeye koymayı bir türlü beceremedim, gözlerine her baktığımda kalplerini görmek istedim, ortalık kan yeriydi oysa görecek pek bir şey yoktu, çoğunda kalp de yoktu. Yine de o saman ve bir dünya yalan yığının arasında bulmayı ümit ediyordum. Senin aklında sabahlayan benim beynimde yankılanan o kırmızı şapkalı kadın en az birkaç kere öldü ama yok olmayı başaramadı. Artık kırmızı şapkamı koyacak yer aramıyorum, beynimde yankılanan şarkılardan da tüylerim diken diken olmuyor. Öyle sıradan bir rüzgâr, tamamen tutkusuz yalayıp, geçiyor sırtımı, ürpermek için bile üşeniyorum. O bile belli başlı bir duygu hazırlığı demek. Kafamdaki saçlar beni en zayıf anımda terk ederken de yoktun ki yanımda, biz neyin varlığını ispatlamaya çalışıyorduk? Tenimden kokum bile gittiğinde yoktun, ilaç kokuyorum diye mi ortalarda gözükmüyordun yoksa kaybolan kilolarıma anlam yükleyip, beni ağırlaştırmaya mı çalışıyordun? Hafifletilmiş nedenlerim vardı benim aslında, kimsenin derdinde olmayan, kimseye dert bile olamayacak kadar incelmiştim, işte bu içimde kalın, ulaşılmaz bir his oluşturmuştu, pes etmek üzereydim yeryüzündeki varlığımdan feragat ederken, bir şeyleri yaşamamış olmanın açgözlü huzursuzluğuydu beni saran… Sonra saracak başka şeyler aradım, kendim kendime yetmedi.
Yine de yaşam denilen şeyi sislerin arasından bir gün yakalayabilirsem, sormak isterdim; yaşanılmayanlara değdi mi? Varlığımın sıfır kadar değeri var mıydı? Canlılığın anlamı tam olarak neydi?
İki Kasım İki Bin On Sekiz 16 00
Nevin Akbulut