Monthly Archives:

Ekim 2017

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut Uncategorized yeni yazı

Bir de Bu Acıdan Bak

Hayatımdaki en önemli paragraftın, tamamlayamadım. Yaşadıklarımı yalanlamak gelmedi aklıma ama yaşayamadıklarıma biraz yalan ekledim, öyle tamamladım o paragrafı. Yoksa bu bir hikâye olamayacaktı, çöp gibi bir şey olacaktık.

Martıların gagaladığı bir midye kabuğu, bastığım kızgın kumların arasındaki görünmez bir şey, ayaklarımı kanattı kanatacak. İçimi süsleyen cümlelerin beynimi sulandırdığı, midemi kazındırdığı zamanlardı. Süslü bir oda demek, kalabalık demekti benim için, nesnelerin kalabalığı. Günler ya beni eksilterek geçiyor ya da beni benden alarak. Oysa kendimi kendimden korumam gerekti, kendimi sevmeden evvel. Hazırlıksız yakalanmışım, gereksiz acılar çekmişim ve ummadığım zamanlarda kesilmiş bir yerlerim. İlaçlar ya zehirleyecek ya da iyileştirecek, ortası yok, zaman da yok. Açılmayan mektuplar var, bir türlü yerine ulaşmayan, mektup yazıldığının bile farkında olmayanlar var, aramızda küs olan bir şeyler var, kelimeler mesela, yasaklı gibi hiç anmadığımız ve benim hiç hesaplayamadığım, anlamakta direndiğim bir mesafe. Bir ömürlük mesafe değil ki bu, ya vardık ya varacağız. Ölümle yaşam değil ki bu, öyle olsaydı belki daha kolay olurdu. Ama hiçbir şeyin ortasında olamayan biz, tam olarak bir belirsizliğin ortasında tüneyip, kaldık, martılar gibi. Kenarları kıvrılmış bir kâğıt parçası gibi başka sayfalara yüz verdik. Bir kitabın içinde birleşsek bile, biz bunu hiç anlayamayacağız. Uçurduğum uçurtmaların kuyruğu bile değmeyecek gölgene, akşamüzerinin gölgesi ne kadar büyük olursa olsun. Üstelik buna hiçbir kahramanın gücü de yetmeyecek. Biz belki de hikâyeden önce, kahramanımızı yitirdik. Gecelerim sabah serinliğine dargın, kokulu ve alıngan. Hangi edebiyat türü anlatabilir içimdeki tereddüdü?

Sefa çiçekleri baygın, uyanmayı unutmuş gibi, yanımda uyuyan kedi hep hâlsiz, her şey bozuluyor gitgide ve ben hiçbirini iyileştiremiyorum. Toprağına ihanet etmiş tohum, zamanına ayak uyduramamış saat, hikâyesine sadık kalamayan paragraf, belki hayat dediğimiz şeyin özeti tam olarak bu. Aramızda yanlış yere yazılmış mesajlar, doğumhanede unutulan çocukluk fotoğraflarımız var, aramızda o kadar mesafe var ki; uzaktan bakıldığında hiçbir şey yokmuş gibi görünüyor. Uzaklarda birilerinin bir sürü daha yazı var, yaşanacak. Bizim toplasan birkaç yanlış zaman anısı, biraz beğenilmeyen fotoğraf ve beğenilmekle beğenilmemek arasında gidip, gelen birkaç saçma yazı.

Kalıplaşmış, yaşantımıza öylesine sızmış alışkanlıklar, taşlaşmış insan kalpleri, doğasını yok etmeye uğraşan bencillikler, bunlar bizden uzak dursun yine de, çıplak elleriyle şiir yazan gönül işçiliği olsun bizim mesaimiz. Mesafeler yine olsun, ama ulaşılabilir olsun, şikâyet edersem, tek kelime yazmak nasip olmasın. Yazılamamış başka şeyler kalsın aramızda. Yeni doğan bir bebeğin dilinden annesinin anlaması gibi, kedinin derdini anlayabilmek gibi, yalnız bizim de anladığımız şeyler olsun istiyorum. Anlamak bilmenin kaç katı eder diye hesap yapmak istemiyorum. Anlamasak bile hissettiğimiz şeyler var, iki ucunu bir araya getiremediğimiz zamanlar mesela. Hiç görmediğim babaannem mesela, ama tanıyorum görmesem de… İki cümle bile birleşmez bazen, art arda yolu düşse bile kâğıda. Aramızda upuzun bir sessizlik var, hangi cümleleri içine yerleştireceğimi bir türlü bilemediğim… Belki başka yepyeni bir dilde bu cümlelerin içini doldurabiliriz. Yaşla dolan gözlerin alfabesini biliriz biz, yağmurda ıslanmanın ağırlığını, kimsesiz sokaklara sahiplik etmenin mütevaziliğini ve sokaklardaki hayvanlara annelik etmenin cömertliğini, yüzü kızaran bir çocuğun utancındaki iç ağırlıklarının toplamını, ameliyat sonrası hissizliğinin, sevgisizlik gibi bir şey olmadığını, uyuşukluğun, uyumakla ilgisi olmadığını ve bitkisel hayatın bitkilerle ilgisi olmadığını… Yüksek dozda duygusallık kimyasına bulaşınca, biraz saçmalamış olabilirim, tüm bunlar da içimizde kapladığımız yere dair. Her gece yastığa değil de duvara dayadığım yanağım, ıslak yanağım şahit ki bizi kurtarsa bu yeni dil kurtaracak. Yoksa bu rutubet tüm şehri eritecek.

Bilmiyordun çocukken, büyüyünce daha çok ağlayacağını. Bilseydin, bunca ağlamak için tutturur muydun? Ağlamak istediğinde, sana hiç cevap vermeyen ve ne yaparsan yap, cevap vermeyecek soğuk duvarlara sığınıyorsun çünkü ateşin çıkıyor. Şiirlerine laf atma bahanesiyle yanaşacaklar, biliyorsun. Pencereyi açtığında geceleri, umduğun soluğu bulamadığından bu şehirde, gitmek isteyeceksin belki de ciğerlerinin isteği bu, ayakların istemeyecek. Kendine eşyalardan sırdaş yapmaya devam edeceksin, pencerenin eski, küf ve ıslak tahta kokan ahşabına yaslanacaksın, sızlanmalarını dinleyecek. Ayna hariç çünkü aynalara yalvardığında seni hiç dinlemeyecekler, devam edeceksin hep ağlamaya. Gözlerinin en derinindeki o kırmızı ıslaklığa bakmak da dindiremeyecek ağlamanı ve yalvarmanı. Gökyüzüne yıldızlı şiirler yazman, gecenin aydınlık olduğu anlamına gelmez ve doğanın güzelliğinden bahsetmen, dünyanın daha çok yaşanılır bir yer olduğu anlamına da gelmez. Senin susman bir sürü şey söyleyebildiğini de değiştirmez.

Nefretle sevginin bunca yan yana olması sanki bir tek seni rahatsız ediyordu. Sevinçle hüzün gibi, gülmekle ağlamak gibi, hep iç içe. Kaçıncı kıyametimizden sıyrılıyoruz?

Yüreğimdeki tüm kuşluğu bir insanın göğüs kafesinde bıraktım, parmaklıkların ardında ezildi yüreğim. Benliğimi ve bana ait olan her şeyi o kafesin ardında yitirdim. O parmaklıkları kıramadığımdan, kendimi parçaladım. Sonrası ne bir daha kuş olabildim, ne uçabildim, ne başım bulutlara değdi…

Ağlarken sızdıran burnumu dikebilsem keşke… İpe sapa gelmez şeylere, uluorta ağlamasam, ağlayınca çırılçıplak hissediyorum kendimi, en mahrem duygularım çamurlu yolun ortasına düşmüş pespembe bir kıyafet gibi… Dünya bozulurken, inancım da ona ayak uydurmasaydı. İyi niyetim, kötü niyetlerin esareti altındayken, iyi niyetten eser kalabilir miydi? Beynimle midem arasında kesinlikle bir bağlantı olmalı, ne zaman düşünmeye başlasam bir ağrı, bir tatsızlık vuruyor. Umutsuzluğumuzdan beslenen mutlularla bir de bu dünyada uyum içinde yaşamaya çalışıyoruz, bundan büyük işkence var mı? Herkesin içinde ayrı bir hüzün varken, dışardan bakıldığında herkes birbirini taklit ediyor gibi bir görüntü, bir gariplik var bu işte, bir tutarsızlık. Kolayca savurduğum cümleler son birikintilerin. Zaten kim olduğunu hiçbir zaman düşünmeye yüreğin yetmedi. Ayrıca ne fark edecekti ki? Ya soruların yanlıştı ya da cevapları yüzyıllar öncesinden verilmişti, burada değildi.

Kelimeler de artık gittiğinde yerinde kokular kalır, bazen ekşi, bazen dumanlı, bazen koca bir kasvetle birlikte bir de boşluk korkusu. Bir daha hiç söylemeyeceğin kelimeleri ölümlerine terk ettiğinde birkaç yerinden kırılmış ve yıllanmışlık kalır. Gündüzleri hak etmediklerini düşündüklerin geceleri haklı çıkar, kelimelerin bile haklıdır artık. Derdini diyecek kadar anlatabilmeli, gerisi koskoca bir hava boşluğuna dönüşür. Dünyaya gelmiş olmanın ağırlığını omuzlarından alıp, kelimelerine yükleyebilen insanlar, diğerlerine göre biraz daha şanslıdır.

Sevdiğim şarkılar gözyaşlarımda boğulurken, sevdiğim kelimeler de bir denizin dibinde öldü, fazla tuz ve havasızlıktan. Gerçeği sakladığımız diplerde, sahteliğimiz boğuldu. İnsani ihtiyaçlardan sıyrılamadığın sürece, hangi manevi acıdan bahsedebilirdin ki? İzleyip de konuşmadığım şeylerin büyüsüne kapıldığımı zannediyor görenler, başımın arkaya sarkması boynumun ağrıdığı anlama gelmez, belki başka uzakları görmeyi umuyorumdur. Bu suskunluğun dil bilmemekle ilgisi yok, duygu karmaşasıyla ya da duygu körlüğüyle ilgisi var. Tüm olup, bitenlerden saklanmak istiyorum, bir şeyler olurken, ben olmamak istiyorum.

On Yedi Ekim İki Bin On Yedi 14: 15
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut Uncategorized yeni yazı

Beni Anlamak Zararlıydı

Aysel’i o odada ölmeye yatmaya ikna eden, içindeki o duygu belki bizimde içimizde bir yerdeydi, üzerini kalın, kışlık bir yorganla örtüp, duymazlıktan geliyorduk, hissizlikle erteliyorduk, hatta daha ileri gidip, kendimizi duygusuzlukla suçluyorduk. Böylece ölümün kıyısından sıyrılıp, yaşıyormuş gibi yapacaktık, diğer tüm işleri yaparken yaptığımız gibi, yaşamak da başlı başına bir işti sonuçta, ölüm gibi. İçinde büyüttüğü şiiri ona göstermediler, küçücük bedeniyle kafa tutarken, cezaevindeki müdüre, alay etmeleri, onun utanacağı anlamına gelmiyordu, müdür bunu biliyordu ama o bile bilmiyordu henüz. İçindeki şairden tanırken o şiiri, her gün kelimelerle beslediği, bir yığın ağırlık yapana kadar… “Minnacık kadını” sevdiğini anlatacak şiirler yazılmayacak artık. Yıllar geçtikçe büyüyecek, dağılacak ama asla parçalanmayacak bir şeye dönüşürken o şiir, açıklamak ne mümkün aslında, yetersizlik miydi bu, kelimesizlik mi? Yoksa ölmeye verilen karar mıydı? Dışarıdan gelen aldatmalardan ziyade, içimizde inandığımız şeyden dolayı aldanmak ve sonra içinden kovulmak, kendinin kendinle bile anlaşamaması. Şimdi o zamanları düşününce evden kaçıp, görmeyi istediği sadece bir yığın sarı saç ve “kocaman mavi gözlü bir devdi.” Büyük, kocaman bir şeydi çocuksu yüreğinde ama imkânsız olacak kadar değildi. Asıl bundan sonrası olanaksızdı, bir daha yazılamayacak şiirleri sevecek, ölmeye verdiği karardan kalkmak için, kendisini ne ikna edebilirdi…

Sürekli dönüp, dururken başka şeylere dönüşmek, ama en sonunda yine insan olmak, tenimizin içine tıkıştırılmış bir hastalık belki de bu. Kendimin yerine kendimi koyma çabaları da yersiz, hâlâ hiçbir şey olmamış gibi, olmadı belki de.

Saatim durmuş fakat günün hangi diliminde beni ilgilendirmiyor. Ama hâlen yaşadığımı varsayarsak, saatler ölse bile zaman lazım olacak. Şimdi ölmekten caydıysam eğer, hastalıklı bir hayalet gibi bir daha hiç ölememekten korkuyorum. Üstelik şimdi ölmek için de çok beceriksizim. Kendimle bir ömür nasıl geçinirim?

Gitmekle de varılmayan yollardayım, yürüyorum ama bir yere gittiğim de yok, her akşam aynı yerimde buluyorum yine kendimi. Oysa gerçek bir bölünme isterdim, belki birazda ölünme. Hiç kimsem yokmuş gibi görünüyor dışardan bakıldığında ama aslında bir sürü kitabım, tonlarca ağırlığında kelimelerim var, çekmeceye tıkıştırdığım ve her akşam aynı saatte sanki çok düzenliymişim gibi bir telaşla çekmeceyi açıp, önce yoklayıp, sonra da içtiğim ilaçlarım var, onlara gösterdiğim düzeni ne kıyafetlerime ne de hayatıma gösterebildim. Bitmiş yerlerini makasla kesiyorum, çöp oluyorlar, sonra yine aynı yerlerine… Sonra bir sürü izleyeceğim film listelerim var, okumaya ve izlemeye ömrüm yetmese de burada bir yerdeler. Bir sürü pijamalarım, kremlerim, diş macunlarım ve zeytinyağlı sabunlarım var, her gün uğrayamasam da bir dünya çocuk dolusu parklarım, çöp konteynırlarının yanında sevdiğim kedilerim, gittiğim yerde unuttuğum peçeteye karaladığım müsveddeler ve gözlüklerim var. Deliliklerimin bir delilinin olmasının gerekmediği yerler var, gitmesem de biliyorum. Yoksa başka nerede bunca eşyanın anlamı böyle olurdu ki? Hem bazı duyguları önce hissizleştirip, sonra da eşyaların yanına göndermek istediğim de doğrudur. Beynimden geçen, geçerken unutulan, unutuldukça çağrıştırılan diye bir yerde biriken kelimelerim var, okunmasa da olur, yakalanmasa da olur.

Sen beden, kalbinin eşyasısın, hislerini dizginleyemedikçe.

İlaç saatini bekler gibi bekliyorsun, bir sürü anlamsız kelimeden, anlamlı bir cümle çıkarmayı. Hayatını sana bir kabın içinde çalkalayıp, mantıksızca karıştırıp, eline tutuşturdukları günden beri. Kalbimde bir ton ağırlığında kelimeler var ve ben sanki hiçbirinin anlamı bulamıyorum gibi bir ağırlık…

Her zaman haklı olduğunu düşünmek için, her zaman doğru yolda yürüdüğüne inanman gerekir, inanmaktan önce de her şeyin de muhakkak doğru bir yolunun olması gerekir. Kendimi büyütmek istemediğimden belki de bunca küçük sorunlara büyük saatler kafa yoruşum. Başkalarının gözünde büyümekten, kendimi bir türlü büyütemiyorum. Oysa tam tersini isterdim, kendi gözümde büyümek için, başkalarının gözünde küçülebilirdim. Sanki denenecek her şey denenmiş, yaşanacaklar yaşanmış, yaşamam denilenler bile doldurmuş ömrünü, bildiğim, bilmediğim, biriktirdiğim, harcadığım ne varsa tükenmiş. Sonsuza dek cömert ve şefkatli olabilmek için, sonsuza dek merhamet duyacağın bir şeylerin olması gerekir. Yeniden ıslatalım kül olmuş hatıraları, bir de buna, bu kırıklara yakalım kalan son şansımızı. Dumanı bir de güneşin batan yönüne bırakalım, belki bu sefer başka batar güneş.

Kolları lastikle örülmüş, orlon, koyu renk kazağının kolunu hafifçe sıyırmış, yakıyorsun sigaranı, dumanı içinde saniyeler boyunca gezdirirken, çok önemli bir söz söylemek istiyorsun, hayatının film şeritleri, önemli anlarına karışıyor ve önemli anların kaybolup, gidiyor sabun gibi üzerinden. Sen yine de temizlenmiş saymıyorsun kendini, saysaydın masumiyetle ilgili birkaç söz edebilirdin. Dumanının bir kısmını bırakıyorsun dışarı, aklına kuşlar geliyor, özgürlüğü özlediğinden falan da bahsetmek istemiyorsun, seni anlamadıklarından bahsediyorsun, artık bu dünyaya ait olmayan gözlerinle. Sesin kaç yüz yıl uzaklardan geliyor, kimse bilmiyor bunu ama illaki ilahi bir anlam yüklemek gerekiyor bu duruma çünkü insanlar böyle yapar, anlayamadıkları şeyleri ilahlaştırırlar.

Yeni öykülerin, geçmişe öykündüğü zamanlardı. Tuhaf düşünceleri tuhaf karşılamıyordum artık, her şeyin açıklamasını kendimce buluyordum. Yaşadığımı zannettiğim acılara kılıf uyduramazken, tüm limanlardan uzaktaydım. Zihnimi yazarak yıkamaya çalıştım, biraz daha uyuşukluk gerekiyordu, böylece daha sıkıcı yazılar çıkmaya başladı. Ruhumun dinginliği ya da aklımın selameti için değildi bu, daha fazla tufana tutulmamak içindi, ancak bir kayboluşa kapılabildiğimde rahat hissediyordum. Yazarak kendimi ya da geçmişi temize geçmek gibi bir niyetim yoktu, olamazdı da zaten. Kendimi biraz daha hırpalamak iyi geliyordu belki, bir hiç olmak da bir şeydi. Acımı unutmak için saçmaladığım zamanlarda huzuruma diyecek yoktu.

Hikâyenin sonu güzel bir yere gitmeyecekse, neden ki bu çırpınma? Oyun oynamanın bile kuralları vardır, insan ne istediğini bilmeyen tuhaf bir varlık, bildiğinde ise her şey bitmiş olacak.

On Bir Ağustos İki Bin On Yedi 17 00
Nevin Akbulut