Monthly Archives:

Şubat 2017

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut yeni yazı

Keşke bunca…

Böyle işte insanın hayattaki hevesleri kırılırken, vazgeçiyor artık çocukluğa dair meraklarından. Solucanları küçükken rahatsız edip, toprağın içinden çıkarıp, yerlerinden eden bir çocuğun inanılmaz azabıyla büyüyordum belki de, hiçbir yere ait olamamanın verdiği bir yükle, yuvasını yıktığı hayvanların ardında bıraktığı yuvasızlığıyla ve yüzsüzlüğümle birlikte kalpsizliğimi de isterdim. Sokaklarından şiir akan memleketlerin uzaklarda kaldığı, yalnızca paranın geçiş yapabildiği bir kokulu rüya gibi şu sıralar. Ardımda bir sürü kırık cümle bıraktım, bir sürü yarım yamalak ve imlâ hatalı, kimseye toplayacak bir şey bırakmayacak kadar talan ettim ortalığı, hayatımla birlikte. Toplayan birinin olmaması, daha kolay dağıtacağım anlamına da gelmiyordu üstelik. Bir sırada üç çocukla sıkışık oturduğumuzda pencereden düşlediğim yemyeşil yolları takip eden yüreğimle, mezarlıklara giderdim. Sanki uzak tek yer mezarlıktı, sanki bir tek mezarlara ihtiyacım vardı. Sürekli düşmelerimden dizlerimde yer eden yaralardan bile daha az yer kaplıyordum dünyada, onlar kalıcıydı, ben geçiciydim, siliktim, daha da silinecektim. Çoraplarım sanki benim bağımsızlığımı anlamış gibi, gideceğimi sezmiş gibi, yapışıp dururdu dizlerimden yaralara, kurtarmaya çalışırken dizlerimden, hepimizden de bir şeyler giderdi, onun kabukları benim canım, çorabın birkaç sökük ip parçası. Yerimden kıpırdamadığım hâlde gittiğim yerlerin tadını şimdi ne kadar uzaklara gidersem gideyim, bulamıyorum, o seyahatler başkaydı, yüreğimi bırakmıyordum o zaman bir yerlerde, onu da taşıyıp, beraberimde götürebiliyordum. Gizli içilen sigaraların alımlı ve korkulu heyecanının tınısı hâlâ kulaklarımda, o zamanların silik tüm hayalleri bunca belirginken, şimdinin gerçekleriyle belki de başa çıkamadığımdan hep azalıp, siliniyor, yok oluyor. İçime sinmediği hâlde yüzüme ve bedenime sinen dış kokular var. Sigaranın dumanını sevdiğim kadar kokusunu sevemedim mesela. Bitik cümleleri birbirine eklemeye küçüklüğümden başladım, belki de bu yüzden hiçbir şeyi birleştiremedim, uğraşmasam kendi kendilerine bütünleşeceklerdi belki de…

Kurduğum cümlelerin yoğun bakım masraflarını karşılayacak gücüm yok, biraz da bu yüzden hepsini sokaklara döküyorum, saklamam gereken yaralarım gün yüzüne âşık oldu, içimin seni bağırdığı zamanlarda, sesli düşünürken, kendimi tüketirken, seni ezberletirken sokaklara, sahile, boşluklara… İçimin tiz sesi titreşirken beynimde onulmaz yaralar açarken sesinin hiçbir şey yapmayışı, bir daha eskisi gibi olamayacağımızın kırmızı lambalı işaretiydi. Çenemin titremesini alıkoyamadım, gözlerimin dolmasına aldırmadım. İçimde biriken tüm küfürleri cömertçe savururken, bu defa başladığı yere gelmeyeceğini hiçbir şeyin, artık biliyordum. Bilmek canımı sıkıyordu. Kendi eksenimde dönerken bile kendime gelemiyordum, eksenim yer değiştirmişti ya da dünya artık burada değildi. O umursamazlığınla dururken, keşke durmasan dedim. Keşke olmasan, keşke hiç olmasaydın. Seni aşkımla doğurmuş gibi severken, beni öldürür gibi yapmanı anlamıyordum. Keşke bunca delirmeseydim sana bakarken. Keşke bakmasını bilmeseydim bunca, seni doğurmuş gibi seni doğururken, kendime de hayat vermiş gibi hissetmeseydim keşke. Sen tüm mutlu olduğum toplasan birkaç saat zamanı ama matematiğin içine sığmayacak birkaç saati burnumdan, ağzımdan, kalbimden getirmeseydin, senin harabe gibi bıraktığın yerden kendimi harap etmeye devam ederken, sana nasıl sadık kaldığımı cümlelerimle bile anlatamamışken, başka cümlelere gidemediğimden biraz da dilsiz sandıklarından beni. Ama keşke dilsiz olsaydım, bunca anlamasaydım seni. Tek suçumuz imlâ hatasıydı, yanlış bir cümlede kullanılmıştık, gereksiz yere bunca seviyorduk, sebebini hiç anlayamadığımız, yaptıklarımıza kılıf uyduramıyorduk. Zamanla çığlıklarım yer değiştirdi, bizi belki de birleştiren, yalnız ikimizin içinin anladığı ortak bir tasaydı. Avazlarımı çıktıkça kendi kulaklarıma doldurdum, çocukluğumun bitmez anılarını kalbime yerleştirdim, ayakta durabilmenin çaresi buydu belki de… Ama gördüklerimi nereye sığdıracağımı bilmiyordum, gözlerin çok doluydu, çok uzaktı.

Minneti benden öğrendin, duygularımın savunmasız yanıyla değdim, yenildim, evrene defalarca minnettar oldum, bir de sana, sen hem minnetlerimin içinde hem de mutsuzluğumda vardın. Değiştiremedim, ikisini bir araya toplayamadım, bölünen kalbim gibi. İkisi de yarım yarımdı, yarım yamalaktı. Herkesi yabancı gözlerle suçlarken, içimizdeki korkular dökülüyor yüzümüze, gözlerimizin içinden geçip, gidiyor korkular ve biz bu sırada hayatımızın en değerlisini kaçırıyoruz belki, yanımızda yürüyen insandan bile korkuyoruz artık, suçlu ya da masum olsun. Oysa hiç tanımadan güvenmiştik çocukken birbirimize. O zamanlar daha mı cesurduk daha mı masum, yoksa daha mı insandık? İnsanları korkudan bunca içini didiklerken, kendi içimizi örseledik, eksildik, herkes gibi olduğumuz için, kimse gibi olamadığımız için. Kısıtlandıkça içimize hapsolduk, kendimizden başkasına güvenemez, sevemez olduk. İçtikçe kustuğum şeylerden çok, sindiremedikçe kustuklarım var. Durup dururken de kusabilmeli insan, hiçbir şey yokken ama o kadar çok neden var ki kusmaya…

Düşme arzularım eskilere dayanıyor, anne karnına, düşemediğim için şimdi her gün düşüyorum, düşlerimle birlikte, üstelik bana bir şey olmuyor, onlar sürekli kırılıyor, batıyor, kirleniyor. Mutsuz fotoğraflar biriktiriyorsun ya kursağında yutkunamadıklarınla birlikte, işte ne kadar anlaşılamazsa bir insan, o kadar anlaşılmıyoruz. Kötü bir dublajın içinde, seslere uyum sağlamaya çalışan, ortama bir türlü kendini ayarlayamayan acemi oyuncularız. İlk sezonda atılacağız bu filmden çünkü bıktık artık. Yağmuru kıskandıracak şekilde ağlardım bazı gecelerde. Geldiğime mi, gittiğime mi, bir şey olmadığına mı yoksa olmak istediğim yerde olamayacağıma mı? Bilemezdim. O anların hakikatini anlatmaya çabalasam, sadece susmuş olurum, susmuş ve ağlamış, sana anlattığım her şeyin kendiliğinden şiire devşirilmesi kelimelerin bize sadece güzel bir hediyesiydi. Yalnızlığımın vazgeçilmez nedeniydin, önüme serilen intiharlardan arta kalanı. Kalbinin kıyısına benim kadar süzülen olmamıştır, balık gibi yüzmekten korkmadım da kuş gibi uçarken kaybolmaktan korktum. Dizlerimdeki yaraların nedeni çocukluğumsa eğer, hiç kapanmayan yaramın da nedeni sensin. İntiharların kapladığı içimde gidecek yer bulamıyorum, savruluyorum, ölümü birden bire beklerken, yavaş ama hissettirmeden süzülüyorum içine. Tek silahlık bir ölüm tasvir etmiştim, olmadı, ölüm bile uzaklaşırken benden, ondan habersiz kendimi yok etme planının içine yerleştirdim kendimi.

Varlığıma inandırmaya çalışan hayalet gibiyim, yorgunum. Duyulmuyorum. Kimin rüyasını görüyorum, bilmiyorum. Kimin gerçeğinde, rüyayım, çözemiyorum. Küçükken su saatini, akan bir zaman zannediyordum.

Yarım bıraktığım çayın ardından, bitiremediğim başka şeyler de olduğunu düşünüyorum, yarım bırakmaya alıştıklarım. Uyandığımdaki gibi değilim, uyuduğum gibi de değilim. İçimden geçenler, gidenler, gelenler var, ama hiçbirisi eskisi gibi değil. Geçmeyen huzursuzluğun yerini, koro hâlinde beynimin içine seslenen çığlıklar alıyor. İçimde tiz bir sancı, o da geçmiyor. İçimde yarım şeyler biriktikçe neyi nereye koymam gerektiğini, hangisini hangisiyle birleştireceğimi bilemiyorum, galiba bu beni çıldırtıyor. Ya ölüme ya delirmeye en yakın gerekçeler bunlar. Dışım başkalarının olmak isteyeceği durum, içim kendini tırmalayan sancılar, ben bile içimden kaçıp, gitmek istiyorum. İllaki bir hikâye yakıştırılıyor insana, oysa ben bir parçadan ibaretim, bir bölüm, belli belirsiz bir paragraf. Sonunu göremediğim için sonsuz biraz.

 

Yirmi Üç Şubat İki Bin On Yedi 16 00

Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut yeni yazı

Çürümek

Karanlık uykulara dalmak için, gözlerimi kapatmak da yetmiyor bazen. Siyahın daha da karanlık olduğu köşeleri bulman gerekiyor. Seninle konuşurken şiir dilinde öykü gibi konuşmak isterdim, söylemek istediklerimi anlatmaya çalışırdım. İnsan çok şey anlatmak isterken bu kadar hiçbir şey anlatamaz mı? İşte ben öyle oluyordum. Sussam daha çok şey söylemiş olacaktım. Güneşin çarptığı iki soğuk ve bitik şişe gibiydik. Yalnız olmuyordu, birbirimize çarparak durabiliyorduk, çarpıp kırılıyorduk. Daha bir sürü eşya ya da duygu yaratabilirdim ikimizden, eğer şişelerden birisi başka yerde kırılmaya gitmeseydi. Bu kadar gamdan sonra gelen mutsuzluktan kim hoşlanır? Bunu bile göze almıştık, sormayacaktık, gecelerin soğuk ve nemli odalarında rutubet biriktiriyorduk, duygularımız da bozulmaya başlamıştı, büyüdükçe çürüyen bedenimiz gibi, hangisini nereye koyacağımızı bilmiyor, ne hissedeceğimizi kestiremiyorduk. Büzüşen ve soğuktan moraran parmaklarımla kalem tutmaktan kim hoşlanırdı? Ancak benim gibi duygusal zekâsı tavan yapmış, ruh hastası olduğunu itiraf edebilen birisi…

Biz çürümeye devam ederken, içimizdeki duygu adına her şey küflenmeye başladı, modası geçmiş kötü şarkılar gibi oldu içimiz. Kendime kaldığım için böyle mide bulandırıcı yazılar çıkıyor ortaya, oysa kendime kalmasaydım hiç yazmak istemezdim bunları. Bunca ağrı, sızı belki de çürümenin nedenlerindendir.

Mutluluğu şiddetle reddediyorum, mutlu olanlardan tiksinme nedenlerim var; dünyada bunca mutsuz varken, bence hiçbirimizin mutlu olmaya hakkı yok, ama gurur duyarak mutlu olanlar da var, tuhaf geliyorlar ne beynim ne de kalbim bunu hiçbir zaman anlayamayacak. Sanki bu yeryüzünde yaşamıyorlar, sanki dünyadan ayrı bir dünyaları var. İnsan gibi olamayacağım korkusundan dolayı nefret ediyorum mutluluktan.

Gittikçe suskunlaşıyoruz, cümlelerimiz tükeniyor, yaşadığımız kaos, karanlık. Geriye dönüp baktığımızda bizden sadece bir enkaz kalacak, belki de o yüzden bir faydası olmadığını, olmayacağını düşündüğümüzden bunca suskunluk. Felaketler atlası gibiyiz, öyle güzel sürükleniyoruz ki çukurlara, karanlık olduğundan anlayamıyoruz belki, farkında değiliz, asıl farkında olmamız gerekenlerin. Böyle giderse birkaç yıl sonra geriye bakabilirsek eğer, bizden kocaman bir ziyan, buradan da geriye koskoca bir çöl yığını kalacak.

Kimsenin kimseyi anlamadığı, anlamak istemediği bir hayattan sesleniyorum, bunca çaba ne kadar da boş değil mi? Oysa insan biraz kulak verse içindeki kötü hastalıkların bile sesini duyabilir, herkes biraz sağır olmayı tercih etti, belki de bu yaşamak için gerekli bir şeydi. Kâbuslarla dolu nice sayısız geceler geçirdikten sonra, hiç gelmeyecek olan güzel sabahları bekliyoruz. Ruhun aklına ihanet ederken, bedeninden onun acısını çıkarıyorsun. Acıyla kıvranırken içinin derinliklerinde tek dileğin boğulmak, boğulup, duman olmak, yok olmak. Saniyeler beyninin en hassas bölümüne saplanırken, gelecek zamandan endişelisin. Kafatasını delmek istediğin zamanlar olmuştu, kafan sapasağlamdı, dahası tüm düşünceler içindeydi, unutmak istediklerin bile. Kaçıp, gitmek istediğin zamanlarda o düşünceleri nereye koyacağını, nasıl tüketeceğini bilemediğinden gidemedin. Bir sessizliğin ortasında kalakaldın, üstelik seni duymayan bir sessizliğin…

Zihnini başka şeylere verip, beynini bölümlere ayırman da bir işe yaramadı, aklının ruhuna hiç yakın davranmayacağı belliydi. Bulunduğun yer gittikçe küçüldü, sığamaz oldun, kapana kısılmış fareler gibi çırpınıp, duruyordun. Beyninin yanmasıyla ısınıyordun. Duvarların üzerine yıkılmaya başlamıştı, otobanda üzerine gelen arabalar gibi tüm düşünceler üzerine geliyordu, saklanacak yerin yoktu, belki de en iyisi o otobana atlamaktı, bildiğin en yüksek yer bile yüksek değildi. Dünya yusyuvarlak olduğundan, sığınacak güvenli bir köşe yoktu, korkudan, tiksintiden ve belirsizlikten büzüşmeye başladın. Ne kadar küçülsen de seni görecek, sobeleyecek bir şeyler vardı muhakkak, bu da boşunaydı yani. Hayatı ortadan ikiye bölen zamanların, bıraktığı izlerin seslerinden rahatsız olurdun, beynini felç edecek büyük ve sonsuz o düşünceyi beklerdin sabahlara kadar. Ağrıların bitmediği sabahlara kalkarsın, kalkarsın çünkü aslında uyumamışsındır, birkaç kâbus birden sığdırdığın gecelere uyumak denmezdi, kâbus gördüklerini uykudan saymazdın, bilirdim, tüm bunları aslında kendimden bilirdim. Sabah yüzümü uyuşturan kırgın ağrılardan bilirdim. Bu döngü bir gün tamamlanacak, bir gün her şeyin sonu olması şuan için bizim buradaki tek tesellimiz.

Gereksiz yere bunca uzaklara gittim, geldim. Beynimi yordum, başımı ağrıttım, “anılar” denilen şehrin içine daldığımda hiçbir şeyin bir daha eskisi gibi olamayacağını biliyordum. Boşunaydı uğraşması beynimdeki bunca hücrenin, onların çoktan ölü olmaları gerekiyordu ve anılara da en çok ölüler yakışıyordu. Üstelik soru işaretlerini oldukları gibi bıraktım. Ve bazı hikâyelere dilediğin kadar nokta koymaktan kaçın, yine de yarım kalıyor bir şeyler, noktayı koyabilsek belki o zaman tastamam bir hikâye olabilirdi bu. Kaçtım, belki de sağlam bir hikâye olmaktan korktum, belki de bu umurumda olmadığı için, Sahi hikâyem sağlam olsa bile hiçbir kitapta yine yeri olmayacaktı, kimse okumayacaktı ama ben kendi hikâyemi kendi ellerimle bitirmekten korktum.

Yalnızca şu ânı iyileştirebiliriz, ölümü ve yaşanılacak hiçbir şeyi erteleyemeyiz, o yüzden nedir ki bu mücadele, bu hırs? Yaşadığın şu zamanı iyileştirebilmek de gerçek bir sanat işidir.

Sancılı düşler sonrası uyanmış gibi şaşkınsın. Biraz sabır, geçecek diye her gün kendimize öğüt veriyoruz, sabır ve nasihat diliyoruz. Oysa öyle sabırsızız ki, kırmızı ışıkta bile kimsenin beklemeye sabrı yok.

Yeterince ağlayamıyorsan, hissettiklerin israftan başka bir şey değil. Gece benim gibilere çok fazla zalim davranabiliyor, sarhoşluk sakladığın en acımasız anıları, beyninin girmek istemediğin odalarını aydınlatıyor. Oysa kâğıtlara yazdığım beynimin ölen hücreleriydi, unuttuklarımdı. Yazmasam yaşanmamış da olabilirlerdi ama ben bununla ilgilenmiyordum. Bitip, tüketmek istediklerimi, yok etmek istediklerimi yazıyordum, yazıp, bir çırpıda kurtulmak istiyordum, onlara ait en ufak bir tohum bile kalsın istemiyordum. İçimde o duygulara bir daha hiç yer kalmayacak kadar yazmak, yazmak ve tükenmek… Yavaşça siliniyor her şey, düzenli bir sıralamayla, yeniden eskiye doğru, büyükten küçüğe doğru. Son kalan milyon düşünceyle birlikte yeni rüyalar görüyorum, son gücümü buna harcıyorum, çok müsrifim. Yeni rüyalar beynime yeni ağırlıktan başka bir şey yapmıyor, hayatıma yeni düşünülecek şeyler ekliyorlar, yeni kalabalıklar ve bir sürü yeni anlamsızlıklar. Geceye eylem gerekiyordu, düşünmekten sarhoş oluyordum, diğer sarhoşluklardan bin kat beterdi. Herkese içimde kalan son umutları da ısmarlıyorum, şimdi daha kolay ölebilirim çatlak sesim, kırgın şiirlerim ve kesik öksürüklerimle birlikte. Ölürken güzel pozlar hayal ediyorum.

Çocukluğuma ulaşamıyorum. Zihnim olan biten tüm kötülüğüyle birlikte her şeyi bırakıp, sonsuzluğu seçti, kendi isteğiyle ve ben buna mani olamadım, elimden gelmedi, hakkım da yoktu zaten.

İki Şubat İki Bin On Yedi 14:30
Nevin Akbulut