Ben doğmadan önceki nesil trenleri kaçırdı, yetişemediler sahip olması gereken şeylere. Benim neslim tam zamanında istasyonda, kaçan trenleri bekliyor, benden sonraki nesil de hiç tren göremeyecek, beklemenin ne olduğunu bilemeyecek.
Kısıtlı bayramlar aralığı, kapı deliğinden uzanan çocukluğumuz. Şeker tadındaki o sabah, bir daha hiç görülemeyecek rüyalar, bir canavarın gelip, el yordamıyla her şeyi tepetaklak etmesi, kimsenin böylesine büyük güçleri olmamalı ama kimsenin… Açlığın genişlediği yerlerde aşk küçülür, ufalanır, utanır. İnsan bazen kendi sesini tanıyamaz, o tanıyamadığı sesi duyunca ürperir, kendinle hesaplaşırken, kavga ettiğin aklınla, bitmeyen kâbusların, sonu gelmeyen uzatmaların, azabın en dibine vururken, o sesindeki kırıklığa bile acıyamazsın. Geçti zannettikçe yeniden başlamak zorunda olmanın eziyeti, çocukluğunu ararken, kaybolduğun sokaklar, alnın hep düşünceli, dudaklarında tatlı bir suskunluk, eski bir kederle sigaranı çekersin. Oysa hiç hareket etmeyecek gibiydi elin, dudakların o kederden bir gram ileriye gidemeyecekmiş gibiydi az önce. Beton gibi çivilendiğimiz zamanlar olurdu, doğruydu ama bazen öyle kayıbız ki, kendimizi hatırlatmakta zorlanıyoruz, bence biz en çok kendimizi unutuyoruz. Ezilmelerimin çıkmaz hesabındaki sessizliğimi, annemin yorgun dizlerinde dindirmek isterdim çünkü oradayken hiçbir şey ama hiç kimse dokunamaz, ilişemez, bir şey yapamaz gibi gelirdi. Çaresizliğimi eklediğim yüzümle birlikte aynada her zaman başka bir yabancı görmekten ve tam birini aklına yazmışken diğer tüm aynaların silindiği gibi çıldırtıcı bir şey unutkanlık. Hatırlayamayınca kızdıklarına, unutunca sevinmelerin eklenir. Unutmanın vefasızlığını kalbinin sağırlığına yorarsın, sağır ama mutlusundur artık. Hiçbir şey hissedemeyen bir insanın hissetmeyi bilememesi gibidir içindeki boşluk, çok önemli değildir çünkü tanımlayamazsın, araştırmazsın da… Bir yerini hissetmek için, oranın biraz acıması gerekir oysa sen artık acı çekmiyorsundur, acı çekemediğine kim sevinmez ki?
Bileklerimi hissetmek için, parmaklarından vazgeçmiştim. Hep bir şey eksikti deniz kıyısına gittiğim zamanlarda, her dalga başka dilde incitiyordu ayaklarımı, değişik melodiler eşliğinde, hangi melodiye kulak vereceğimi bilemiyordum, üstelik kalbim de sağırdı bir önceki paragrafta. Bacaklarım hep aynı tizlerle titriyordu, bir düşe sığdıramadım kendimi, şikâyetçiyim rüyalarımdan, eğer bir düşle gönderebilseydim kendimi çok rahat edecektim, dert, tasa kalmayacaktı ne güzel, ama şimdi olmayan bir hikâyenin yükünü taşımaya çalışıyorum olmayan omuzlarımda… Üstelik hikâyemi yüklenebilecek bir kahraman da yoktu ortalıkta, zaten kahramanlara da inanmam ben, belki de o yüzden hikâyemi üstlenebilecek bir kahraman bulamadım. Eminim bir düşe gönderseydim kendimi, düşüm de kâbusa çevrilirdi, böyle değişirdi her şey ya da düşün içinde kaybolurdum, hiç görünmezdim kendime. Başkası olsaydım çok ağlardım ama insan kendine ağlayamıyor fazla.
Tuz bastığın yaraların bir gün olsun muhakkak geçeceği, sızlayan kemiklerinin de hiç iyileşmeyeceğinin ağıtını yakıyorsun her akşam yemek pişirdiğin tencerede. Biraz mutfak, biraz kırmızı mercimek ve biraz da yokluk kokuyor sofraların, kasvet, karanlık ve keder eşlik ediyor yemeğine, yanık yiyorsun, yanık yiyebilince ısınırsın zannediyorsun oysa aşırı yanmak çoğu zaman da ölü olmaktan geçmez mi?
Hissetmiyorsun, kırılan yerlerinin artık kaynamayacağı, hiçbir kötü şeyin bundan böyle daha iyiye gitmeyeceği, yerin iki metre altından belli. Uzun zamandır o adaleti istiyorsun, bekliyorsun, güneşli bir yaz sabahı huzuru beklediğin gibi bekliyorsun. Gittiğin deniz kıyıları bile biliyor bunu, dolaştığın sokaklar, çıkmaz yollar, hepsi biliyor. Boğaz ağrılarınla iyi geçinemiyorsun, ellerinle uzlaşamıyorsun, özellikle kışları hep kavgalısın. Başka birinin ellerini bileklerine taktıklarını iddia ediyorsun, “bu eller benim olamaz, yoksa en ufak bir sıcaklık olurdu” diyorsun. Haklısın, kalp bile değişen bir şey oldu. Tökezledikçe kaybolma arzusu yokluyor içini, yerin altı yok gibi, yerin dibine girmek istediğin zamanlarda yer bile kabul etmiyor seni. Omuriliğinin tüm kemiklerinin ayrı notalarda ağrıması, başka şarkılarda başka ayaklarla başka danslar etmen gerekmiyordu, aynı yerin acıması o yerin artık hamlamayacağı anlamına da gelmiyor, bazen aynı yara bile başka acır.
Beyninin içindeki tümörün sesini duyuyordun hani, ona bir karakter yüklemiştin, hatta arkadaş bile olmuştun onunla, arada güzel sohbetiniz de olurdu, o sohbetini daha çok omurilik kemiklerini acıtarak çıkarırdı tadını. Kafanın için bunca karışık ve kaygılıyken söylesene nasıl da bağırmadan durabildin? Birilerinin duymaması bu kadar mı önemliydi? Her acını bir tek kendine mi sakladın? Acını bile mi paylaşamadın? Birileri duyarsa yenilir miyim zannettin? Kim uydurmuştu bunu?
Yaşayabilme telaşının içinde her gün ölüyordun, sessizce. Üstelik kendini susturmak yetmiyordu, kafanı da susturmalıydın. O susarsa tüm sesler susacaktı. Acıları dinledikçe diriliyordun, ondan mı istemiştin bu kadar sağır olmayı? Gürültüler kadar mıydı varlığımız şu taş dünyanın hüznünde? Bağırsana!
O uyuşukluk hâlâ içimde, bence unuttular onu orada.
Narkoz alırken ondan geriye saydırırken anestezi uzmanı, o duygu, o uyuşukluk, o gözkapaklarımın üzerine yorgan kapatılmış gibi ağırlaşması ve o duymamak hiçbir şeyi ama duymadığım hâlde çok iyi bilmek, işte bunları hiç unutamayacağım. Eğer ellerimin gücü olsaydı damar yolumu çıkarıp, kan verilen damarı özgürlüğüne kavuştururdum en azından o akan kanın bir kısmını. Damar yolu yerine bir kalem takmak isterdim, içimin sesini belki de yazılı bir şekilde dökebilirdim beyaz çarşafların, mavi önlüğün ya da bir kâğıdın üzerine. O zaman belki anlatabilmiş olurdum. Ölümün bir baygınlığın içerisinde kapatılmış kutuyla birlikte gelmesi kadar güzel bir şey düşünemiyorum. O kutu kanın akmaya başladıktan sonra içine yayılan ılık bir şeye dönüşür. Aslında kan kaybetmeye başladıkça için ılıklaşır. Belki o anda ölüm bile aklına gelmez insanın ama vedalaşması gereken birilerinin varlığı canını sıkmaya başlar, içinden bir şeyler boşaldıkça bu boşluğun senin sevdiklerin olduğunu zannedersin, gitmeye başlarken bu dünyadan, ayakların kesilirken yerden -ki zaten yerde değildi, yatıyordun… Birden bir daha burada olamayacağını düşünür, kederlenirsin ama bir yandan da gidebilmenin nasıl bir şey olduğunun merakıyla kendinden geçersin. Gitmenin bu kadar kolay olduğunu bilseydim, hiç bunca sıkıntıya girmez, daha önce denerdim diye geçirirsin aklından. Aklın hâlâ yerinde mi? Öyle zannedersin, oysa inançların vardı, kendini öldürmeye neden olacak bir şey yapmak çok ama çok günahtı, bu dünyada da diğer tarafta da bunun yeri yoktu, sonra sevdiklerin ne yapardı? Onlar elbette alışırlardı. Hem hani hep mücadele etmek lazımdı? Herkese bunu öğütlemiyor muydun? Yoksa hep yalan mı söylüyordun? Mücadele, sürekli mücadele ama gücün nereye kadar yetecekti? Tek başına? Öyle ya, herkes kendini oyalayacak ve kendini bağlayacak bir şey bulmuştu elbet bu dünyada, yoksa nasıl bunca rahat bir şekilde durabilirlerdi? Söylesenize! Şuan uyuşan ben miyim yoksa onlar mı? Bilincim bunca açıkken ve bu kadar gerçekçiyken ve görebiliyorken elbette şu yaptığımın bir açıklaması olabilir bunlar… Bildiğin her şeyin tepetaklak olduğunu öğrendikten sonra artık hiçbir şeyden emin değilsindir ve bu her şeyi kolaylaştırmaya yetecek kadar önemlidir.
Önemli satırların altlarını çizmeye kıyamadım ama onlar benim burun direklerimi sızlattı, ciğerimi dumanla doldurdu ve kalbime yapıştılar. Belki de ben bir düşte unutuldum, içim bomboş bir şekilde, hiç yaşayamadığımdan güzel rüyalar göremiyorum. Belki de komple yanlış bir imge olarak şu satırlarda bulunuyorum. Bazen sayfalarca anlatmak bile hiçbir şey anlatamamaktır.
En iyi nasihat, kimsenin nasihatini dinlememektir. Acı; üzerinden asır geçtiğinde ancak güzel bir melodiye dönüşebilir. O asırların geçmesini beklerken çoğumuz yorgun sabahlara uyanamadan yok oluyoruz. Acı hiçbir zaman güzel bir şeye dönüşmeyecek, öyle bir mucize yok.
Otuz Eylül İki Bin On Altı 16:00
Nevin Akbulut