Monthly Archives:

Nisan 2016

blog dergi edebiyat nevinakbulut yeni yazı

Pek Sayın Kalbim

Henüz yazılamayan bir romandan sesleniyorum sana; yalnızlık fazla geldi, hayatımı ucuz romanlara adadım. Gittiysen bilmek istemem ama öldüysen muhakkak bilmek isterim, önce saçlarımı sonra da bileklerimi keserim… Hayatımın tam orasında, “ne işi var?” dediklerim var ve bir de “niye hayatımda yok?” diye çıldırdıklarım, bu çıldırdıklarım bir gün bu yokmuş gibi davrandıklarımı tüketecek biliyorum. O zaman tamamen yalnız kalacağım, kocaman soru işaretleriyle dolu bir boşlukta. Soru şeklinde geri dönen şarkılar var, dinlemeyi bıraktığım hâlde…
Alnımdan eksilmeyen yara bandı ve aklımdan geçen deliliklerle ta o zamanlarda nereye gideceğimi bilmiyordum. Dizlerimden de yaraları eksilmeyen bir çocukluğumun üzerinden çok zaman geçmesine rağmen, dizlerimdeki o kapanmayan yaraların, dizelerime bulaştığını fark ettim. İlham veren şarkıların uzaklardan gelen ezgileri, gönlün penceresi ardına kadar açıkken, nasıl da şairdi gece ışıkları. Dizilip, duruyorlardı, onların dilini anlamak için, dizeleri okuyabilmek için; görmek, yürekle hissetmek yeterliydi, okuma ve yazmanın da yetemediği şeyler vardı. İlkemin üzerine kurduğum bağdaş, dizlerimi o yaralardan kurtardı, kulaklarıma çarpan müziklerin, parçaladığı seslerin içinde kırılan bir şeyler vardı, yine de sisler kırılmıyordu, tam tamına düz olmayan, biraz yanlış gelen ve biraz da serinlik, yetişemediğim yerde bir soluk alma ihtiyacı için, başımı gökyüzünde bulmam, bir derinlik. Güneş ile arama çekmeye çalıştığım perdeler, kimsesizliğim duruyor köşe başında. Kimsesizlik yönünden oldukça varlıklıyım, tam tamına yarım yamalak. Kuruyan şeylerden temizlenme vakti, nihayet. Kurumuş duygulardan ve gül yapraklarından.
Saçlarımın çözemeyeceği bir şey yoktu, şiiri açıklayamıyordu gözlerim. “Niye geldim ben şimdi buraya?” diye kendi kendime soru cümlelerimin içinde gizli ve esrik cevaplarım vardı. Bir daha o eli tutamayacağın için, diğer hiçbir ele de güvenip, yine tutamayacağın için öyle saçma şeyler söylüyorsun ki ellerine. Saçların da dinlemiyor zaten seni uzun zamandır, sen de onları cezalandırıyorsun, bir kitabın içindesin ve sayfalarını bile anlamıyorsun. Denizin dibindeki incilerin balıklara vuran seslerini dinliyorsun, var ya da yok umurunda değil, kuşların kanat çırpınışlarına büyük hikâyeler yüklüyorsun, kuşlar ülkesi hayalleri kuruyorsun, her defasında da bir enkazın altında sabahlıyorsun, sabaha sağ çıkamamayı bekliyorsun küçük heyecanlarla, büyük sorunlarla yine ayılıyorsun. Yinelenen şeylerin yenilerle ilgisi olamadığı hâlde… Bedenime çarpıp, kaçan hayretlerin sesiyle irkiliyorum, uzun zamandır bu kadar üşümemiştim. Bir veda salgını yayılmıştı yüreğime, kurtulamamıştım.
Acilen bir şeyler yapmam gerekiyordu, saçlarıma kızdım tek hastalık ve hata onlarmış gibi…
Hep ya da çok olmalıydı her şey. Azı olmuyordu, az dökülmeler, birazcık kırılmalar yetişmiyordu yok etmek için. Çok kestik, çok ağladım, çok acıdım, çok sızlandım ve sonunda çok yoruldum. Ölmek gibi bir şeydi, ölüme biraz daha yaklaştım ve biraz yaklaşabildiğim için yine kendime kızdım. Zaten bu dünyada kendimden ve saçlarımdan başka kızacak kimsem yoktu ki, ellerime kızamazdım çünkü onlar zaten bir ölü kadar soğuklardı, gözlerime de kızamazdım çünkü hâlâ çocuk gözleriydi onlar, umutlu bir sabah gibi uyanıyorlardı her gün yeniden, bir vakit bile yetmiyordu heveslerinin kırılmasına, kırılıyordu öğle olmadan. 
Keşke kendimi bir kolinin içine saklasaydım, üzerine kızgın harflerle “Dikkat, kırılabilir!” yazsaydım, çocukluk daha kolay sığardı bir kutunun içine. Ama büyüklük ya da büyüyememişlik, büyümüş görünüp, kırılmaktan büyüyememiş birisi bir kutunun içine kolayca sığamaz. Sığsa da yabancılık hisseder, kendimi bile tanıyamadığım zamanlar varken ve ben kendimi bile çoğu zaman başkasıymış gibi anlatırken, kendime bile yabancıyken çünkü çocuklar kolayca her şeye uyum sağlayabilirler, ben o kıvrımlarımı yitirdim, kıvraklığımı ve becerilerimi de, sert köşelerim oldu şimdi. Sevgiden çok, merhameti arar oldum.
Senden soğuduysam
Ben artık kendime bile ısınamam!
Değerlendirmelerimin değerinle bir ilgisi yok. Lavaboda kırılan cam bardağın keskin parçalarının, lavabonun küçücük gözlerinden geçmeye çalışması gibi, boğazımdaki yutma mücadelesi, boruları parçalıyor cam kırıkları, uzun yıllar büyüyen boğazımdaki düğümü bir jilet çözdü, kesmeye başladı içimi, tüm kanım boşalana kadar bu böyle devam edecek. Yaşadıkça, hazmedemediğim şeyleri geçirmeye çalışıyorum boğazımdan, olmaması gereken şeyler oluyor. Yaşamak tam da böyle bir şey sanırım. Olmaması gerektiği gibi oluyor birçok şey. 
Daha fazla dolanıyordu ellerim birbirine, elimdeki her şeyi düşürüyordum, tutamıyordum, en çokta yüreğimi. Sürekli üzerime çay döküyordum, yanıyordum. Ona bakamadığım zamanlarda gökyüzünü özlüyordum. Yanmalarım sanki bakabilince geçecekmiş gibi geliyordu, tüm acıların hesabını ondan sormak istiyordum, özlemlerimi onunla dindirmeyi istiyordum, sanki dinecekmiş gibi. Bunların bir sonu olduğunu biliyordum, son olsun istiyordum, bu defa son, ama çaresiz devam ediyordum, düşünmemeye çalışıyordum. Düşüncelerimin çaresizliğinden çok, onun gözlerindeki yanıp, sönen ışık yakıyordu içimi, acıtıyordum canımı, acımıyordum kendime. Tüm bunların saçma ve küçük bir nedene bağlı olması, hırpalıyordu, yapacak bir şeyim yoktu, öylece bıraktım. Yapacak bir şeyim olsa da gücüm yoktu zaten.
Paragrafın hatalı yerinde birdenbire karşıma çıkmış gibisin. En az senin kadar şaşkınım ve karışık. İnsan yeri geldiğinde hayallerinden tiksinmesini de bilmeli, ben öyle yapıyorum, sürekli bir şeylerden midem bulanıyor, ileri derecede. Ne yazacağımı da, ne yapacağımı da bilmiyorum, seni hangi cümlenin içine yerleştireceğimi ya da bırakıp bir köşede öylece unutacağımı, bilmiyorum. Garantisi de yok zaten ne yazmanın ne unutmanın. Ama umudun her cümlede geçerli nedenleri var.
İnsan o anları yaşarken küçücük görünüyor her şey. Ama ileride herhangi bir zamanda, zamanın herhangi bir yerinde, nasıl da büyüyor o küçük gördüğümüz şeyler.
Anıları ileride bir tarihe erteledim. Küçükken hayal kurmaktan ve inanmaktan hiç korkmazdım, mesela pilot olmak isterdim, kocaman uçağı havalandırabilecek kadar büyük bir güce ve ilime sahip olacağıma inanırdım. Kimseden korkmazdım, kocaman binaların tepesinden atlayarak, uçmayı hayal ederdim. Minicik ellerimin çok güçlü olduğuna inanmıştım, kim ya da ne inandırmıştı beni hiçbir fikrim yok. Hiçbir gücün beni yok edebileceğine inanmazdım, küçükken ne kadar da cesaretli oluyor insan. Sonra büyüdük, önce korkuyu ve utanmayı öğrendik hatta gün oldu hayallerimizden ideallerimizden bile çekinir olduk. Daha sonra hayal kırıklıklarımız oldu ki, bunlar da iyice bizi soğuttu yaşamaktan. Sonra hayaller bize yüz çevirdi, cesaretimiz biraz daha kırıldı ve tamamen bitti, hayallerimizin tümü anlamını yitirdi çünkü anlayamazlardı kimse hayallerimizi, diğer insanların kabul edebileceği normal insanlar gibi olmalıydık. Son hayal de terk edene kadar gülümsedik, sonra o da soluklaştı, artık çoğumuz güçsüz bir yarımız ölü ve ne yapabilirsek yapalım, anlamsız…

Yirmi İki Nisan İki Bin On Altı 17 15
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat nevinakbulut yeni yazı

Fikrimin Sevgili Dikeni

Hiç ruhsuzluktan iyi hâllice zamanlardayım. Her şeyden garip bir ümitsizlikle kaçmak istiyorum çünkü yıllar önce duyduğum bir söz yıllar sonra yine başka birinden aynı tarzda,  aynı şekilde ve aynı çirkin mimiklerle yine karşıma çıktı, üstelik bu iki kişi arasından geçen onca yılda birbirine benzeyen insanlara, aynılarına yakalanmamak için kaçmıştım. Bu yüzden kimseyle olamıyorum. Herkes ufacık şeylere kocaman anlamlar yüklüyorlar, iki söz ettim, iki muhabbet ettim diye, beni anlamsızca tanıdıklarını sanıyorlar ve onca yükü üzerime yüklüyorlar; bağlılık. Ne istediğimi bildiklerini sanıyorlar, oysa akıllarının ucundan bile geçme yeteneğine sahip değiller. Ben daha çok ne istemediğimi biliyorum, istemediklerim, istediklerimden daha mühim. Hiçbir şeyi istemeyi, istemiyorum mesela. Bu yüzden mutsuzlukla suçluyorlar, kimseyle mutlu olamayacağımı söylüyorlar, geçimsiz, uyumsuz ve huysuz olduğumu ima ediyorlar, oysa ben tamamen huzursuzum. Benim mutlu olmak için birine de ihtiyacım yok, koca kafalarının içindeki, küçücük beyinleri bunu basmıyor. Kendi içimdeki sessizliğe gömülüp, orada yok olmak istiyorum. İçimde çiçekler açmasa da olur, hem herkes, iyi günde, kötü günde birbirine çiçek gönderiyor. İyi günle, kötü günlerin bu kadar yakın ve uzak olması beni endişelendiriyor. Ben çiçek de istemiyorum, yalnızca sessizliği istiyorum. Bunun hiç kimseyi ilgilendirmemesi gerekirken, çok alakalılar. Bundan nefret ediyorum.
Üzerime bol gelen elbiselerin manasızlığıyla, içine kalbimi doğradığım, kırmızı mercimek çorbasını karıştırıyorum. Yaşadıklarımı anlatmaya kalktığımda mananın eksik kalmasından korktuğumdan, anlatmıyorum, yazamıyorum da bu durumu, tek dileğim biran önce kalbimi yiyip, bitirmek, kimselere bırakmadan. Daha geçen sabah yaşayarak uyanmıştım.
Dünlerde saklanmış umut kırıntıları, bugünlerde olan şeylerin bitirdiği hatta gömdüğü, geçmişin aslında geçmemiş olduğunu çarpıyor gözlerime, gecenin yarısında, her şeyin ucunda, ölümün bile. İnsan gece ölüme daha yakındır, Allah’a da… Başka kimse yoktur çünkü. İçimi kusmak istedim, içinde hiç kimsenin geçmediği kelimelerle, kapattığım kapıları açarken, sanki başka bir dünyaya açılacakmış gibi kapıları özenle tutmam ve akşamleyin tüm kapıları sıkı sıkıya kapatmam, içime bile olan güvenim sarsıldı, içimin ait olduğu dağlar yıkıldı, içim içsiz kaldı. Babamın iş çıkışlarını özledim, küçüklüğümden beri özlerdim, kimse benim okul çıkışımı özledi mi acaba ya da kimse iş çıkışımı özleyecek mi? Ya da başka çıkışlarımı, dünyadan gidişlerimi ya da iç çekişlerimi… Kimse kaldırabilecek mi? Gecikmelerimin kaynağı belirsizlik ve nedensizlik. Neden sonra bir renge vuruldum, gece yarısı korkularımı sabah kahkahalarımla değiştirdim, gün ortası yalnızlığımı akşam vakitlerine sakladım, ne kadar yalnızsam o kadar onunlaydım. İçimdeki sonsuzluğun aslında huzur olduğunu, o huzuru benden çaldıklarında fark ettim, içimi özleyeceğim hiç aklıma gelmezdi, gelse deli olurdum herhalde, dışarıdan görülen hâlimle iç hâlimin uyuşmayışı, kötü olan bu işte. En büyük felaketi yaşadığında, bir heykel gibi soğumak ve taş kesilmek, yaşamak kelimesi lügatimden acilen çıkarılmalı.
Metrekareye düşen bir sürü acının sancısı…
Ağrılar sızılar içindeyim ya da onlar benim içimde. Bir ulaşılamazlık, bir uzaklık var aramızda. Ama denedim, tümden suçlu değilim. O yola çıktım, çıktığımda her şey daha kötüye gitti. Şimdi tükendim gidecek gücü bulamıyorum ne ayaklarımda ne de ellerimde. Hâlâ güzel rüyalar görebiliyorum bunun için de suçlu hissediyorum kendimi, her şey bunca kötüyken ve ben aslında bu kadar kaçmak isterken… İç huzurumu yitirdim bunda yaşadığım şu dünyanın payı var ve ben artık bu dünyadan payıma düşeni bırakıp gitmek istiyorum, anne karnındaki huzuruma…
Lügatimden düşen kelimelerden artık sorumlu değilim, aklıma kazınanlar dışında. Elbisemin içine yağmur doldurdum, sonra rüzgâr çok sert vurdu, kedi tırmıkları doldurdum avuçlarıma ve bileklerime, pürüzsüzlüğümü sorguluyorum, her iyi şey de sızısıyla birlikte geliyordu. “Anne, ben artık acıkmıyorum.” Ya yağmurla doyuyorum ya da rüzgârla, susuz yaşanmadığından. Ömrümün neresinde olduğumu bilebilseydim, bu duruma göre, gencim ya da yaşlıyım diyebilirdim. O yüzden bunu bilmiyorum. Küçükken başlayan göbek deliğimin sancısı, büyüdükçe de geçmedi hatta kabuk bağladığında ve o yara döküldüğünde de. Bazı yaralar geçse hatta izi kalmasa bile sürekli devam ediyor içerde bir yerlerde. Sürüp, giden zamanı durdurmak ne haddime? Sadece onunla birlikte ben de sürülebilirim, uzaklara bir yerlere. Bazı parmaklar olmadığı için ellerimde, parmak uçlarımda sallanan girdap, çıkılmazlık bile bazen çıkılıyor, içinden çıkılmaz bir hâl alan zamanlardan sıyrılıyorum, hep zor şeyler yüzünden, hep zor… Mutlu zamanlarımın olduğu rivayetler var, “bir zamanlar” diye başlayan her şey masallardan ibaret.
Bazı acılar çok net, Allah’ım bazı acılar çok zamansız. Bazı şarkılar çok cızırtılı. “anne, uzun zamandır yaşlandığımı hissediyorum, bu yaşamak anlamına gelir mi?” Gelmese ne olacak? Zoraki aldığım nefesler, toplu nefes metreküpümün bakiyesinden düşecek mi? Düşmez, düşmemeli de zaten, düşen tek şey düşler olmalı ki daha fazla hayal kırıklığına uğramayalım.
Gözle görülmeyen kırıkların, net anlamları var, yine de izah edemiyorum. Kalın giyinemiyorum, annem bana kızmakta haklı. Boynum tutulmuş, başım yine yastıklardan intihar etmiş, yatağın altına kaçmış rüyalarımı arıyorum. Çoğu zaman da çocukluğumu, insan niye hiç ulaşamayacağı şeylerin peşine düşer ki? Zamansız bir hüzün döküldü dizkapaklarıma, zaten hep zamansız gelir ağrılar. Ağaçlanacak hâlime, dökülüyorum. Döküntülerimden kimse sorumlu değil çünkü hiç kimsenin ihtiyacı yok onlara, ama benim o döküntüleri alıp, gitmeye, alıp, kaybolmaya, alıp birikmeye ihtiyacım var.
Metrobüsler kadar kalabalık içim ve tıkış tıkış. Dünyaya büyük çocuk olarak açmıştım gözlerimi, sanki sevilmeye ihtiyacım yokmuş gibi benim içeride doymuş olduğumu düşündüklerinden, hep bu mesafeler hep benden sonrakinin sevilmesi, beni severken hep acemi oluşları, aslında benim zamansız gelen hüzünlerimin tam da bunlarla örtüşmesi ve çarpışması, dağıtıyordu beni. Az sevilmenin verdiği cesaretle çok sevsem bile, az sevmem gerektiğine inanarak, sevmeye çalıştım. Eksiklik duygusu gecikmiyor hiç, en başta gösteriyor kendisini. Kendime bile mesafeliyim. Bir ailede oluşum, o ailede olduğum anlamına gelmiyordu, tamam olamıyorum.
Gözlerimdeki inciler, önce pırlantaya ve sonra da elmaslara dönüştü, ama hiç pırıldamadan, pırıltısızdı, tıpkı herkes için değersiz oldukları gibi. Yaşım ilerledikçe daha az sıklıkla ve daha çok miktarda dökmeye başladım bunları, değerliydiler yalnızca benim için, eskiden vara yoğa ağladığım minicik şeyler şimdi ağlanacak değerin altında değersizleştiler. Kederin oranıyla ilgili bu, tartabilseydik görünmez dertlerimizi, belki de sırtımız kırılırdı, omuzlarımız sızlardı, avuçlarımıza kan dolardı, ama görünmüyor, görünmediği için de biz o yükleri kaldırabiliyor gibi görünüyoruz.
Sekiz Nisan İki Bin On Altı 17 40
Nevin Akbulut