Monthly Archives:

Eylül 2015

blog dergi edebiyat nevinakbulut yeni yazı

Tanısız Tını

Çok mezar taşı okursam
Yeterince unutabilir miyim?
Adam gitti. 
Kadın daha çok mezar taşı okumaya başladı, bir de şaraba dadandı, her güne bir şişe sığdırdı, kapaklarının altına onun yüzünü yerleştirdi, unutmamak için miydi yoksa saklamak için miydi? Kimse bilemedi… Sonra kokusunu düşündü, sarhoş olunca daha çok geliyordu burnuna, esrarengiz bir tütsü gibi hep bunu tekrarladı, uyku ile uyanıklık arasındaki o kaygan ve tatlı uçurumda hep onun beklediğini düşündü, olmayan şeylere bile bu kadar anlam yüklerken, onu yeniden var etti. Artık istese de unutamazdı, dünyadaki tüm mezar taşlarını unutsa da, şehir değiştirse de, beynini, düşüncelerini hatta yeni huylar edinse de…
Sen denizin dibinde yaşıyorsun, ben odamda daha çok kum biriktiriyorum öleyim diye. Sessizce gülümsüyorum karşılık bulamadığım duvarlara… Seni haklı bulduğum o üst sokaktan her geçişimde sokağın ismini değiştiriyorum ve aslında ne kadar da haksız olduğunu düşünüyorum. Modası geçen şarkılar kadar iz bıraktın hayatımda, ama hep dinlenilen, hep sayılıp, sevilen, sevmeler tükense bile bağımlı olunan duman gibi sevecektim seni, görünmeden hiç, sezdirmeden, sessizce. Hani demiştim ya, ben artık susan bir şarkıyım, notalarımı kaybediyorum gitgide…
İstiklâl caddesinde kenarda susan şarkıyım ben, insanlar geçiyor her saniye önümden. Zaman geçtikçe notalarımı unutuyorum, çok sevimsiz bu. Çapraz ateşimin tellerine konan kuş gibi çırpınıyor yüreğim. Elektrik çarpıyor duygularımı, saçlarımdan çok. Kalbimin teklediğini hissediyorum. Böyle soğuk ellerle daha ne kadar yaşanır ki ve ellerim bu kadar soğukken, sıcak hikâyeler anlatmamı nasıl bekleyebilirler?
Ona fazladan birkaç kelime bile söylememiştim, içimdeki deryada yüzerken, sayısız cümleler… Filmin en sevdiğim yerinde, sanki araya reklam girmiş de, sonra her şey yine kaldığı yerden devam edecekmiş gibi, sırf o ânı uyuşuk yaşamaya karar verdim. Böylece o zaman hiç yaşanmamış olacaktı. 
Maddiyat düşünmekten kendimizi alamadığımız için, maneviyatımız düştü hatta öldü. İçli şiirler okuyamaz olduk, okusak bile gırtlaktan aşağıya inmedi. Sistem dayanılır gibi değil, sağlam kafa, sağlam vücutta bulunmuyor, sağlıksız kafalarımız var. Ekonomiyle baş etmek için manevi savaşlarımız yetmiyor. O da ayrı bir barış biçimi kendinle. Kuşları seyrederek yetiniyoruz özgürlükle, sene iki bin on beş ve ben hâlâ “martıca” bilmiyorum. 
Bilmediklerim arasında, en çok ne zaman unutulduğum var, beni hatırlayan en son insan ne zaman ölecek ya da yaşayan ölü müyüz gerçekten? Yalnızlığıyla baş edebilen kadınların sığındığı güçleri bilemezsiniz ve acıları nasıl bir sihirbaz gibi iyileştirdiklerini… İnsanlar bana “neden yalnızsın?” diye sorduğunda onları “sen neden birliktesin?” diye oyalamak istiyorum, diğer her şeyi ve hatta hayatı da geçiştirdiğim gibi, yemek saatlerini bile geçiştiririm ben. Yoksa arada o birkaç saatlik deniz manzarası huzuruna nasıl erişebilirim ki? Bu gece yine seni düşünmeden uyuyacağım, nasıl yalnızım, nasıl suskun. Dolaplarımı bir daha bozdum, yaptım yalnızlıktan. Kendime anlatacak rüyalarım var, başkalarına susacak düşlerim. Yine de yorgunum, hiç düşemediğim için, hep tutunduğum için, kapı kollarımdan tutun, tüm kemiklerime kadar ağrım var. Yine de bitmeyen bir bitkinlik bu, ıstırap olur günlüğümden. 
Şimdi bizi bu hâle düşürenlere, okkalı bir beddua ederdim ve bir sürü kişi de alkışlardı ama gerek yok, ben bu aşamaları bile geçtim. Yokluğun dibindeki hayallerin sonundayım. Olmayan balkonuma çıkıp sigara içiyorum. Olmayan göbeğime dokunuyorum bir şey var gibi… Bir şeyin yokluğu gibi bir şey. Eksiklik! En güzel gerçekleşmeyecek hayalleri de ben kurarım, üstelik yıksalar da…
Garaj kapılarına yazmak istediğim küfürler var, içim böylesine dolmasaydı küsecek yer aramazdım. Durup dururken kusmak yerine koşarak bir lavabo bulmak yerine, içime küserdim, dökemediklerimi. Koku müthiş bir şeydir, insanın sevdiği birinin kokusu içinde sessiz coşkular yaratır, unutulamaz, ben en çok bu koku için tüm dünyaya küsmek istiyorum. 
Kalbi bir kenara bıraktık da, artık, daha bir içli, daha bir ciğerli yazılar yazıyoruz, kalp üzerine yeterince şey söylenildi, en ümitsiz aşkların bile vakası belli oldu, tanısı konuldu, “çivi çiviyi söker” türünde tedavisi de sunuldu. Artık daha bir yüreksiz ama daha bir sağlıklıyız, daha az organlı, öğrendik bozulan yerimizi kesmeyi ya da öğrendik kırılan yerimizi diğerlerinden ayırmayı. Kestik, biçtik de dikmesini beceremedik. Ayırdık da, birleştiremedik, yapıştıramadık, bu ayrılığın tedavisi yoktu işte, buna kimse tanı koyamazdı, teşhisi konulamayan ümitsiz vakalar dosyasında rafa kaldırılacaktı, değersiz olacaktı, oysa ayrılık değerlidir, ayrıldığın kişi, her gün aklına geliyorsa, hep nasıl ayrıldığını hatırlıyorsan kıymetlidir hatta belki bu bir arada olmanızdan bile daha değerlidir.
Kasiyerden farkım yok şu hayatta, herkes gelip, bir şeyler alıp, gidiyorlar, durmadan konuşuyorlar, içimdekiler eksiliyor, sırtım ağrıyor, yoruluyorum. İnsanlara gereksiz gülümsemekten, anlamaya çalışmaktan, anlatmaktan yoruldum. Yalnızca fatura kesemiyorum. Cari hesap tek çıkışlı…
Kafanda gerçek bir intihar varsa, ölüm kurguları boşuna, dayanılmaz bir ağırlık. Çok konuşunca her şey anlamını yitiriyor, fazlasıyla…
Bazen hatırlamak için yalnız kalırız. Çünkü hatırlamazsak ölürüz.
Yanımda öylesine iğreti durduğunu ikide bir bira şişesinin dibine bakmasından anlamıştım. Şişeyi çevirir gibi yapıp, altına bakıyordu, yaptığının farkında değildi ama ben onun o kadar farkındaydım ki, sonrasında ne zaman bu sahneyi hatırlasam kendime acıdım, nasıl acıklı bir durumdu bu… Bir daha hiç kimse ya da hiçbir şey beni oyalayamazdı, acılar ve boşluklar hariç. Bir de her şeyin dibine bakan insanlar, derin düşündüğünü boşuna zannediyorlar, derinlik dedikleri düştükleri çukurdan fazlası değil.
Çukura da insan yalnızca içinde ne varsa onu götürebiliyor. Artık uzun zamandır ellerimin farkında değilim, ellerimdeki çiziklerin, kalem izlerinin dahası artık hiçbir elin farkımda olacağını sanmıyorum.
Unuttun beni, hem de öyle bir unuttun ki, bir daha kimsenin hatırlamaya mecali kalmadı. Kafamın içinde senden sonra, çelişkiden başka bir şey kalmadı.
Kanser ve mide bulantısı için kimyasal ilaç kullanılıyor. Odamdaki halıya bira dökülmediği gün yok. Bira sarsıntı geçirmişse, muhakkak kimyasal demir kokuyor. Tenekeden içmenin şişeyle arasındaki fark, birisi sekiz diğeri yedi dakikada bozuluyor. On dakikadan önce sarhoş olmak yasak. Ahşap bir evde doğdum, büyüdüm, üç katlı, ne sağlıklı bir yapı malzemesi, ama sonraki her şey fazlasıyla sağlıksız…
Doğallığını sonradan keşfedebilmiş insan sürüsü, bitkisel hayatın bitkilerle hiçbir ilgisi yok. Duş bozuk sütlü kahve kokuyor, düşler karanlık kokuyor ve geceye artık fazladan anlamlar yüklemek karanlık için anlamsız.
Yirmi İki Eylül İki Bin On Beş 16 30
Nevin Akbulut
blog dergi edebiyat nevinakbulut yeni yazı

Aklımın Kuşları

Arada tansiyonum düşüyor, toplayamıyorum yerden, eğilemiyorum çünkü eğilsem dünyam kararacak yine, başıma bir yığın soru işareti düşüp, çarpacak. Eğilirsem, kafamı bir daha yerden kaldıramayacağım, üstelik de yukarıdakiler bu kadar kalabalıkken. Felç olmanın provasını yaşıyor beynim arada, uzun süre öyle kalıyorum. Bir şeyleri hissetmeden yaşayınca insan daha mı az yaşlanır? Sonuçta yaşamamış gibi bir şey oluyorsun. Hissizliğimle hissettiklerim sürekli kavga hâlinde, kimsenin kazandığı da yok kaybettiği de… Altına işeyen çocuğun sabah yataktan kalkamayışının rahatlığı ve rahatsızlığıyla dolaşıyorum her gün, ne yapsam olmuyor gibi, sağıma dönsem, soluma dönmek istiyorum, soluma dönsem arkamı dönmek istiyorum her şeye bir anda. Sığınağım dediğim şeylerin beni aslında iç etmek için uğraştıkları, aslında hep açıkta kaldığımı, saklandığım için pişman olduğumda, bir süre sonra saklanmadığım için pişmanlıklarım kovalıyor. Araf’ta kalmanın en güzel tereddütünü yaşıyorum şüphesiz. Gülünç hikâyelerimin içine, gizli ve hazin sonlar ekliyorum. Kimse anlamıyor gülüşümden. İşte sırf bunun için mutlu olabilir insan, o kadar lükse gerek yok.

Hayat denilen yolda epeyce acemi, ömür erkenden solmuş yıldız gibi, yaşayamadıklarım erkenden sönmüş porno yıldızı. Akşamlara sığınıyorum, teninin sıcaklığına usulca sokulur gibi. Ellerin hâlâ dosdoğru duruyorsa, cesaretini hiç bilmediğin sokaklarda yitirmişsindir. İki rakı ve çok duman, çok fazla şey var beynimi uğuldatan. O ses hiç susmuyor, nereden geldiğini bilmediğim ses, hep bağırıyor, ne dediği de anlaşılmıyor üstelik. Zihnimin en açık zamanları beni en çok yanıltan anlardı. İnsan ayık olmayınca aldatıldığını da çok umursamıyor. Beynimin oyunlarıyla kendimi oynatıyorum ve aslında herkesi. Kimse beni ayıltamadı. Etten yaratılmış duygularda mucize arayıp duruyoruz, oysa sabah olunca yıldızlar bile sönüyor. Tek mucizemiz, devamlı mucizemiz kaybetmek, sahip olduğumuzu zannettiğimiz her şeyi yitirmenin sancısı daha bir başka oluyor sahip olduklarındansa… İnançlarımız bizi cezalandırırken, yalnızlık yine göz kırpıyor. Hayat öpücüğü, sûni teneffüs şart.

“Bedenin canlı olması, ruhun cismine yüklenen anlamla sağlanıyor” gibi şeyler düşünüyorum. Gereksiz anlamlar yüklediğim şeyler ağırlık yapıyor sırtımda, kamyon yükü taşıdığımız, oysa en çok sırtımız öpülmeliydi.

Melodram hesaplaşmalardan uzak durdum hep, gayrimeşru bir çocuğun gözyaşları gibi dokundu içime ödeşmeler, ağladım. Çıplakken insan ne kadar cesursa o kadar cesurdum. Yalnızca gözlerim karaydı, bu yetiyordu içimdeki ateşi görmelerine. Düşmelerin tuzağındaki yem gibiydim, düşürmedim kendimi ödeşmelere, onun yerine içimi deştiler. Bir yığın duygum fırladı dışarıya, bir yığın duygu organım zarar gördü. Yine de hesaplaşmadım çünkü onlarla hiçbir hesaplaşma âdil olamayacaktı, affetmenin dayanılmaz yüküyle kendimi ödüllendirdim. Sırf bu yüzden bile sinirlenebiliyorlar. İçime kötü dokunan şeyler var, içimi iyice ezen şeyler var. Kendimi ne senin beni sevdiğin gibi sevdim, ne de bıraktığın gibi nefret ettim. Muhakkak gelecek bir sonu biliyormuş gibi, hikâyemizi sahiplendim çünkü içinde en çok bana ait kısmı yer alıyordu. Ilık bir yaz sabahı gibi, serin, derin ve köklü. Unutulamayacak baharların yasını tutuyorum her yaz, unutulamayacak ama bir daha da yaşanmayacak. Bir zamandan sonra da yaşandığından şüpheye düşeceğiz, zamanla böyle birisi olup, olmadığından, nokta gibi kalıncaya kadar çevremizde dolanan her harften, her kelimeden şüpheleneceğiz ve en sonunda da varlığımızdan, kendi bitmek bilmez varlığımızdan…

Hatırlamadığımız zamanları ihanet etmiş gibi bir azapla karşılıyordum. Ne çok sadıktım hikâyemize, o başka yollar çizerken kendi etrafında. Hiç kıpırdamadım bırakıldığım yerden, hiç fazladan hareket yapmadım, öylece kaldım, her şeyi olduğu gibi bırakıp, çıkacak kadar cesaretim vardı artık.

Hayatımda; yaşadıklarımı susarak, yaşayamadıklarımı da anlatarak tamamlıyorum hikâyemi. Zamanın bana biçmiş olduğu, payıma düşen hikâyeye yeni bir şey eklemek gelmedi içimden. Artık bizden yalnız iki ayrı hayat çıkardı, yeniden yazsam da hiçbir şeyin sonu değişmeyecekti. Geri dönsen de, dönmesen de hiçbir şeyin değişmeyeceği inancımdaki özgürlüğü tetikliyordu. Hiçbir şey yapmadım, hiçbir şey yapmadan durabilmek de, benim özgürlüğümdü. Bir hayatı böyle yaşanırken, yaşanmaz kılabilmek gibi yeteneğim vardı, bir hayat nasıl yaşanırdı bilmiyorum, nasıl susulur onu ezberlemiştim.

Aklımın kuşları uçup gidince, bir çiçek yetiştirdim yüreğimin en sulak köşesinde, kedilere taktığım isimleri ona da ezberlettim. Gökten sim yağsın istiyordum, yukarı fırlattığımız feryatlar dökülüyor her gün üzerimize, hüzün rengine boyanıyoruz, yüzümüz daha bir düştü, düşlere karışamayacak korkunç kâbusları yaşıyoruz her gün, yaşanacakların müsveddesini sakladım içimin raflarında, yaşanmazları hikâyelerde yazıyoruz. Kitaplar bizden daha çok yaşıyor, yıldızları söndü gecelerin… En çok da bulutların parçaladığı gökyüzü ağladı, gözümden düştü gökyüzünün yaşları, tombul kuşlar yok artık, arabalara çarpan kargalar var. Merakımı bile merak eder oldum, sustuğumdan beri. Herkes iç sıkıntısı olarak görür beni, kimseye anlatamadığım hâlde. Gökten yağan yağmura rahmet gözüyle bakmazlar artık, feryat gözüyle görünce hayra yoramayız hiçbir şeyi. Çocukların çocukluğu, hiç çocukluğuma benzemiyor, gökkuşağını yalnızca ressamların resimlerinden tanıyorum. Toz bulutu, felâket bir karabasan, kapkara ve ütüsüz günler. Alınyazımın doktor kalemiyle yazılmış reçetesi, kaderim on sekiz yaşımdan sonra da değişmedi, yirmi sekiz yaşımdan sonra da… Üstelik reçetelerin bir şeyleri iyileştirirken, başka şeyleri bozduğuna dair inançlarımla beraber iyileşirken… Böldüğüm yazıların çoğaldığı, yazamadıklarımın arttığı, gözlerimdeki ıslak nemin kalıcılığı, yeni yaşlarım bana bu nemi bağışladı. Belki de tek sorumlu rutubettir, hava alamıyordur önce ciğerlerimiz sonra da kalbimiz. Bu toz bulutu içinde takılan hortumlar da nefes aldırmıyor, gözlerim yanıyor, ama acıdan. Acı şeyler elle tutulabilecek türden de değil, elle tutulabilseydi, onun da çaresi bulunurdu.

On Bir Eylül İki Bin On Beş 17 30
Nevin Akbulut

Genel

Sabun

Sanki her şey sabun kokuyor, her yerden deterjan kokusu, kirli bir dünyaya göre fazla temiz kimyasal kokuyor, bu iğrendirici. İnsanlardan çok kokuların olması, kin ve öfkenin her şeyden çok bir duman gibi üzerimizde olması sabunlardan çok insanların kokması. Sokaklar bu yüzden geçilmiyor, basacak yer yok koku, korku ve dumanlı öfkeden. İçimi içime kapatırken, sokağa açılan tüm pencereleri ve perdeleri birbirlerine kapatıyorum, sokaklar dâhil.

Yirmi Yedi Ağustos İki Bin On Beş 

Genel

Hakkımın Hakkında

Her gün çizgilere basmamaya çalışarak yürüyorum, yola çıktığımda yalnız kaldırımları takip ederim, ilk gördüğüm kaldırıma hemen çıkarım, kaldırımlar üzerine yazılan şiirlere güveniyorum, kaldırım taşlarına değil de… Mutfağa her gittiğimde buzdolabının kapağını açıp, dikilirim önünde, hiçbir şey almadan yine kapatırım, içeridekiler yerli yerinde mi diye bakıyorum sanırım. Bir tür teyit etmek gibi bir şey… Sabaha kadar takıldığım şarkılar var mesela, aynı şarkıyı defalarca dinleme manyaklığına tutulurum. Şarkıları kasetlerde dinleyebilme devrine yetiştiğim için de şanslı hissediyorum kendimi, o zamanlar her sokakta muhakkak doldurma kaset yapan dükkânlar vardı, şimdi hiç birisi yok. Bir de plaklarım var benim, çok eski zamanlardan miras bana, onlar da olduğu için çok şanslıyım, hepsinin kapağı eski kokuyor, şarkıların içindeki ruh halleri ve yaşanmışlıklar sanki o karton kapağa yansımış. her şarkının bir ruhu olduğuna inanırım her hikâyenin olduğu gibi, beni benden alan sesler vardır, uzaklara götüren ama her defasında yeniden olduğum yere getiriyorlar; ya trafiğin ortasına ya masamın bir köşesine veya dünyaya bakmaya çalıştığım pencereye. Her sabah ve akşam yüzümü yıkadığımda sudan çok, havlunun yüzüme batıp, acıtmasına ve bu kadar hassaslığıma sinir oluyorum. Kahvaltıda ya da akşamleyin çay yaptığımda, çayı içeriye taşırken muhakkak demliğin üst kapağını bir kere açıp kapatırım, eğer açıp kapamazsam sanki kıyamet kopacak. Bardakaltlarından nefret ediyorum, kendime ne kadar özeniyorsam insanlara da o şekilde özenirim, gece gördüğüm rüyalardan gündüzleri çok etkilenirim. Fark edemediğim ama alışık olduğum ayrıntılarım belki de beni farklı kılan, kusurlarımla, sinir olduklarım ve manyak hissettiklerimle bir bütünüm ben. İyi huyluyum diyemem hiçbir zaman, ben böyleyim dediğim zamanlarda genelde anlamaz kimse ne demek istediğimi… Küstüğüm kavga ettiğim arkadaşımla ne için küstüğümü unuturum, onlar da genelde bunu fırsat bilip, tekrar konuşmaya başlarlar, ben de küs olduğumu bilirim ama neden küs olduğumu bilemediğim için, bir şey yapamam. Kendimi haklı bulduğum zamanlarda haksız hissetmek gibi de bir özelliğim var. Kediler olmasa beni bu hayatta hiçbir şey ısıtamaz. Güvenmemeyi onlardan öğrenebilsem bir de tam olacak, her defasında “bu son artık” dediğim halde hep yine güvenirim. Çok güzel aldanırım, aldanmalarımdan bir dünya hikâye çıkar, çok iyi inanırım, kandıramazlar ben inanmayı tercih ederim. Sürekli gülerim, acı bulduğum, sinir olduğum şeylere bile hazin bir şekilde gülümserim. Bundan rahatsız olanlar oluyor, ben o zaman daha çok gülüyorum. Bir çeşit sinir oluyorum ve sinir ediyorum. Bu ayrıntılarım olmasa, ben ben değilim!
Nevin Akbulut
Eylül’ün içinden