blog dergi edebiyat nevinakbulut yeni yazı

Kediye, Çaya ve Güvercine…

Kedilerin içimizi okuduğunu bildiğimden, içimin yazısını değiştirdim. Umursamaz bir doktor yazısı ve okunaksız, uzayıp, giden, nerede duracağını bilmeyen, aslında bilen fakat yine de durmayan, arada kemiklerin yorulması, odadaki eşyalara göz geçirme, ilk kez görüyormuş gibi şaşkınlıklar, şaşkınlık bile dinlendirebilir insanı, duygusal fon müzikleri gibi. Dilim dönmeyince anlatmaya başlıyorum, tam da bu yüzden anlaşılmayayım diye… İçimde bir deli olduğunu iddia ediyorum ama hiçbir delilim yok, hapsettim onu. Yalnız içime yine içimden söylemek istediğim şeyler var, susuyorum ve içim bunu biliyor, kedi de biliyor, güvercinler şaşkın ve pratik. Sustuğumu başka dillerde anlatmaya meyilliyim. Şiirlerin kaldıramayacağı yükü kaldırabilirim zannettim, ah nasıl da yanıldım, sondan birinci yanılmamı ilk yanılmamın yanına koyuyorum, alıyorum karşıma konuşuyorum, öğütler veriyorum, umarım bir daha çıkmaz karşıma. Güvercin anlıyormuş gibi süzüyor beni, hızlıca. Kedi uyuşuk süzüyor, süzmeye üşeniyor ama yine de anlıyor. Bazı şeylerle iletişim kopukluğum var, biraz hayattan kopmuşluğum, biraz da kitaplara gömülmüşlüğüm var, hikâyemi bu şekilde reddediyorum, insan kendi hikâyesinden memnun kalmadığı takdirde başka hikâyelere salça olabiliyor. Yalanladığım şu hayat, kitaplarda daha gerçek, inanılır çünkü yaşadıklarımız inanılmaz. Kaldıramayacağım yüklerle bu şekilde cebelleşiyorum.
İçimdeki ellerime yün eldivenler örmek istiyorum. İçime de kalın giydirmek istiyorum, bu ben miyim? Çocuk kavgalarını ayırıp, güvercin yemlerini hepsine paylaştırmak istiyorum, bunlar içimdeki solmaya yüz tutmuş çiçeklerin nidaları mı? Oysa içimde miskin bir kedi var, çoğu zaman, oturuyor, eldiven örmesini hâlâ öğrenemedim, uğraşmadım da gerçi, önce kendi ellerimin soğukluğunu tamir etmeliyim, hem sonra içimdeki el benden daha fazla kalem tutuyor, yazamasa da… Bir çay bardağı sarılıyor parmaklarıma, soluğumdaki buğuyla sohbete koyuluyorum, ne kadar da suskunum çoğu zaman, o benden daha sıcak, soğuğa alışınca sıcağı da unutuyor sonra ruh, biliyorum, ruhumun buz tutmalarından biliyorum, mevsimsel değişiklik değil bu, ruhsuzluk ve biraz da haksızlık.
Ruhum hasta; adaçayı, ıhlamur ya da bir tas çorba yapmak istiyorum, iyi gelir diye, her gece saat on iki de kabağa değil de yalnızlığa dönüşüyorum. Hikâyemde hayat yok, içimin yerinde olsam yaşamazdım. Ölüm kadar hayattayım, ölü kadar üşüyorum, inkârımda hayır yok. Kimseye inandırıcı gelmiyor, ben de ispatlamıyorum, cumartesi günlerini yaşamak istiyorum yalnızca, diğer günler Külkedisi gibi geçiyor. Kulaklarım plak seslerini özlüyor, eski şeylere dokunma özleminde ellerim, belki biraz daha geçmişe gidebilirsem, yaşayabilirim gibi geliyor. Gidemiyorum, bir adım bile geriye. Biliyorum çok derinden saçmalıyorum. Ama yine de söylemek istiyorum, nedensiz, nedeni olsaydı susmasını da çok iyi bilirdim. Kaçamayacağım şeyler var, denemediğim, diyemediğim, diyemedikleri… İçimdeki ruhu koklamak istiyorum, korkumda gizleyemediğim intiharlar var ve burnum daima biraz eksik, birkaç rivayete göre olmayan kokuları duyuyormuşum, bir miktar söylentiye göre de fazladan kokular duyuyormuşum, çok saçmalıyormuş burnum, bunlar içimdeki kedinin miskin söylentileri, benim çay buğusunu tercih ettiğim… İçim şehirlerarası otobüslerde yolculuk edip, çimenlerde yuvarlanmak istiyor. Gidebildiğim tek yer kendim, kendimsiz kendim…
Yaşadıkça hayata bir ölüm daha gönderiyorum, masalların tam ortasındaki masada bekleyen sürahinin içindeki suyum çoğu zaman, konuşulanları duyuyorum, anlatılanlara inanıyorum ama sadece o kadar, suskunluğumda susamış bir şeyler var, birkaç şehir özlemi, köşeyi dönen çıkmaz sokakların en tepesine yazdığım şiirler. Beton zeminden yağmurla silindiğinde, yere serpildiğinde şiirler, acınılası kokuyor o zaman sokaklar… Yağmur değil, toprak da değil sadece acıklı kokuyor.
Birkaç güvercine şiir okumak, sonrada o şiirin hikâyelerini anlatmak isterdim, birkaç hayata bir şiir sığıyor da, bir şiir bir hayata sıkışamıyor, şiirlerin birden fazla hikâyesi var, herkesi ayrı tarafa savuran. Ruhuma en sevdiğim bahçeleri anlatmak isterdim, çekip gitmeseydi beni bir masalın ortasında öyle çırılçıplak bırakıp. Anlatabilince belki tamamlanırdı o zaman masal ve hikâyenin sonu bu kez mutlu biterdi. Yüz bininci kez yarım kalan hikâyelerin asırlarca, gözyaşıyla yıkanmış zamanlara yayılmasını görmezden gelebilirdim belki. Ama olmadı, kenarından ısırılmış ve unutulmuş, çürümeye yüz tutmuş kıpkırmızı bir elma gibi, kokmuş hikâyem. Bir cadının elinde, masaldan çalınmış, yabancı benliğime biraz daha yabancılaşan, uzaklardan bakan ya da artık görmezden gelen kör bir yalancı.
Ölüm gibi gelen şeyler vardı, ama ölüm yerine geçmiyorlardı görünürde, ölüm gelsin istiyordum, gerçekten gelsin, gerçeklerin yerine. Kırılacak her şeyin yerine, kalbim düzensiz ve özensiz bir şekilde kırıldı, kırmam gerekenleri kıramadım hiçbir zaman. Bu da benim yeteneksizliğim oldu. Günleri gecelerinden ayırmak istedim, kâbusları rüyalardan, olmadı. Yassı taşlar biriktirdim avuçlarımda, çocukluğumdan kalma tek soğuk mutluluk bunlar. Kaydıraktan aşağıya birkaç çocukluk arkadaşımı yuvarladım, gülerek indiler aşağıya, birkaç maytap patlattım, biraz çatapat, ama torpil patlatamadım hiç, korktum, gürültüsünden çok, havaya uçuracaklarından korktum, aklım da uçup, gider miydi? Gidebilir miydi? Şimdi bir düşünceyi uçurmak, kaç çocukluğa denk gelir ya da kaç mahalle dolusu hayal tüketmek gerekir? Hesaplayamıyorum. Önümden akıp, giden zamana tutulan, örselenen günlerimin koşamıyorum peşlerinden. Bir yerdeyim, sürekli yürüyorum, kovaladıklarımdan çok, kaçtıklarım var, anılarım var, uzaklarda karanlık suyun içinde, ne yaparsam yapayım, hafızama ışık tutamıyorum, güzel ve iyi şeyleri hatırlayamıyorum, unutulması gerekenler ise hafızama yerleşti, kaldı…
File çorabın ağına düşmüş dünya, dönüyor, başım da dünyayla aynı hızla dönüyor, yine de hızlı demek değil bu, içime yetmiyor, çünkü koşmak istiyor içim, koşup, ilk boşluğa düşmek sevinç ve telaşla. Ayağım kaçmış fileden, parmaklarım kaçak, aklım kaçık, kitapları seviyor. Rüyalar siyah ekrandan gösterime giriyor, beyaz yalnızca söylenti. Dünya çemberinin dışında kalan ellerimle emekliyorum. Aşağıya doğru açılan şemsiyeler, hayatta hiç yerimin olmadığı ve olmayacağı bir kokteylin sunuluş biçimi… Kendimi asabileceksem muhakkak intihar ipim, kırmızı olmalı…
Büyümek; epeyce zorlu bir iş, beceri ve yetenek istiyor. Hayal kırıklığı; sancı, başarısız intihar girişimleri. Sevinç; yalnızca bahar müjdecisi… Bir daha uğramayacağım satırların arasından geçip, gittim. Bir hatıra için, nice kitaplar yaktım. Hikâyemin ucu yanıktı, yüzümde acıklı bir gülümseme, herkes gülmenin ne kadar yakıştığıyla ilgileniyordu, kimse neden “acıklı” olduğuyla değil. Bu hikâyeye daha fazla katlanamazdım, inanabileceğim, içimdeki inancı çıkarabilecek yepyeni bir masal gerekiyordu, cadısı kayıp, elması yarım ısırıklı olmayan. Bu sefer o kadar çok hissedeceğim ki…
Kalbimi kırmızı renkte bir boyayla yıkayacağım, geçmişli cümleleri uzaklara serpeceğim, akşamları yastığa başımı koyduğumda bu defa günahkâr şiirleri düşünüp, üzülmeyeceğim, güzel masallara dalıp, gideceğim. Rüyamdan bir daha çıkmamak üzere ve her harfin başına şapka koyacağım, yağmur yağdığında ıslanmasın hikâyem. Zincirleri paslı, tahtaları gıcırdayan salıncaklar düşümdeki, ama hiç birisi kirli değil.


On Dokuz Mayıs İki Bin On Altı 11 40
Nevin Akbulut

You Might Also Like

No Comments

    Leave a Reply