Monthly Archives:

Şubat 2025

blog

Kuşku Yüklü Gemiler

Herkes her şeyin üzerine o kadar güzel perde çekerdi ki, altında ne olduğunu anlamazdım eskiden, nasıl bu kadar güzel gizleyebildiklerini…

İyice emin artık, bu hayat onu öldürecek, ölmediğini kim kanıtlayabilirdi ki? Belki de bir kopyası gelip, yerleşmişti onun yerine, hayat zannettiği o zamanı yaşamaya devam ediyordu. Hayat böyle bir şey olabilir miydi, yoksa sadece gecede yaşanabilir miydi? Sonsuza kadar şoka uğramış ve geçmeyecek bir tereddüt içindeki. Bu tereddüt ciğerine kadar işlemişti, belki de amansız bir hastalık gibi tüm vücudunu sarmıştı. Yalnızca kendini kaybettiği rüyalarında gülüyor, uyandığında tüm yaşama sancıları, dertleriyle birlikte hücum ediyor, kendine gelince rüyalarını yitiriyor, her gün sırf ona bahşedilmiş hep aynı ceza gibi. Yaslandığı duvarların da artık göründüğü gibi olmadığını bildiğinden beri, olmayan bir duvara veriyor sırtını. Böylesi bile daha katlanılası. Her şey sanki ucuna gelmiş de bir tek o kelimeye takılı kalmış gibi bir çöküntü. O kelimeyi bulsa ferahlayacak ama tam yakalayacağı sırada onlar da kayboluyor. Sanki yüzyıllardır süren ezberlenmiş bir yitim bu.

Ruhunun yansıması uzun zamandır ortalarda görünmüyordu, aynada da bulamıyor, hayalet gibi gölgesiz dolaşıyordu. İçindeki aynayla karşılaşabilseydi, ona gölgesini soracaktı. Henüz ölmemiş ama çoğalmış, birkaç kişiye birden bölünmüştü. Bir yanı durmadan bir meczup gibi bunları yazıyordu, bir yanı kopacak kıyametleri önceden seziyor, sessizce bekliyordu. Bir yanı da inzivaya çekilen hayaletini arıyordu. Belki de mutluluğu önemseyecek kadar varlığımızı hissedemiyorduk artık bu çağda. Yalan sezişlerin kanıtı gibiydi tüm bu susuşlar.

Yapayalnız bir korkuluk gibi gecenin içinden geçen sessizlikleri gördüm. Kuyulardan başka gidilecek bir yer var mıydı artık, zamanın içinde en çok kendimi yitirdim. Sonra yas tuttum, daha da karardı her şey ve hızla ama tüm ağırlığıyla. Göğün yüzüne boynumu sürdüm, böyle yaşıyorum nicedir, yüzün ışıktı, ılıktı, dingindi göğümün altında. Bekledikçe korkuyordum, bekledikçe korkuluk oluyordum. Korktuğuna benzer insan bana göre, çekindiğine. Baksam daha çok aynalara benzerdim, bakmayı durdurdum, görmeyi yitirdiğim o anda. Çok zaman geçince bile çok şey olmaz bazen, her şey o kadar sıradan, olağan olmasa bile o kadar durağandır ki. İlk neremden tutuştum, nereye kadar yandım, daha ne kadar sürdürecektim bu yangını, bilmediğim için durdurdum. Susunca yanmak da duruyor böyle, kelimeler çünkü her şeyi ivedilikle canlandıran, yakan, soğutan, alevlendiren. Sönünce tanınmayacak bir sıcaklık artık, yabancı, uzak, başka bir sıfata bürünen, seni yitiren, kendini unutturan. Ben de unuttum, ilk ne zaman çığırdan çıktığımı, ne zaman göze alıp gidişi, gönlümden çıkardığımı bazı şeyleri. Sıcağın hissettirmeden terk edişini, tenimi sıcaksın, içimi sensiz bir boşluk kapladığından beri, bir kuytu yeterken koca dünyada, şimdilerde sadece kuyular diyorum, nasıl dururdum düşünmeden edemiyorum mezarda, bunca hatıra yüklüyken, azabım bu olurdu sanırım, anıların rahat bırakmadığı anlar.

Kendi sırtıma dayandığım aynayım, soluklarım ters, nefesim bunaltı, aklım bulanık. İçimde yanlış kaynayan şeyler var, nedensiz oturtamadığım durumlar, beynimde vızıldayan sesler bildirecek belki de öldüğümü, o sesler bir gün sustuğunda, bu rüyanın içinden çıkamıyorum. Uzaklaşan, gittikçe çoğalan seslerle birlikte ağır yüklü gemiler geçiyor zihnimden, sanki yolculuklar hep geceymiş gibi geliyor hep. Binlerce yıllık kalıntıların dokunulamaz tozları gibi, bir şeyi kırıp dökmemek ve çarpmamak için hiç kimseye itinayla geçip giderken bu zamandan, aynı zamanda da batmamak için, zerreyken bile sığamadığımın çaresini nerelerde bulacaktım? Bulunca bulmuş olabilecek miydim? Bulunca susacak mıydı içimdeki tüm çınlamalar? Beni yeryüzünde yüzüstü bırakan şey uzaklardı, beni içimden dışarı çıkarıp öylece bırakmıştı bir tuzağın ortasında, içime bile mesafeliydim artık. Soyadım olmasa çoktan almıştım kuşkuyu çünkü ismimden sonra artık sadece tereddüt ve kuşku geliyordu artık.

Gizlendiğim karanlıklardı anlatamadığım, gizemli değil sadece gizleniyordum. Hâlbuki göğsümü kilitleyen saklı bir rahmet olmasa da rahmetli diyebileceklerim vardı. Şehrin geceleri korkunçtu, yıldızlarla birlikte anlaşmış gibi gizleniyorduk birbirimizin içine. Saklanmanın en garanti yolu yok olmaktı, silinmekti, böyle gizlenip, olan bir şeyin ardına hapsolup, sabahın olmasını beklemek ancak çocuk işi olabilirdi. Ay bile dopdolu olmasına rağmen bazı zamanlarda isteyince nasıl da yok olabiliyordu. Bulunmak istemiyorsan artık yok olacaktın, gitmek istiyorsan kaybolacaktın, olmak istiyorsan da olurdun zaten. Ne çok renk varmış gözlerimde, ne çok bulaştırmışım renkleri sevdiğim şeylere, bir uçurtmanın kuyruğu gibi. Onun da sonu gökyüzüydü işte, belki daha aydınlık, daha serin, daha rüzgârlı havalardı sadece. Düşününce tuhaf oluyorum tüm ona yüklediğim sıfatlardan geriye hiçbir şey kalmayınca. Giydiren benmişim, yük eden de, şenlendiren de, nihayetinde tamtakırmış her şey. Düşünceler bile aldatmacadan ibaret, kendi düşüncemi sınamaya kalksam kendimle bile aram bozulurdu eminim. O yüzden şimdilik susup, izliyorum, öyle uzaktan. Günün birinde bu yüzleşmeye gönlüm varır mı, cesaretim olur mu, daha doğrusu o yüreği bulur muyum, içim bunu kaldırır mı bilemeden. Karanlıkta, göremediğin boşlukları kendi düşüncelerinle doğru ya da yanlış tamamlaman ne tuhaf… Kiminle ne yaşanırsa yaşansın, sonunu hep tek başına, kendinle nihayete erdiriyorsun. Bitenler içinde, kalanlar da, yarımlar da içte tükenmek üzere, beklemede.

Kendimin küskünüyüm, gökyüzünde zannediyorum kendimi hep, kuyulardan bildirirken, yine de karanlık gemiler geçiyor, dehlizlerde son buluyor bazı düşler. Çarpıyor güneşe gece hayal edilen her şey, eriyor günün içine varınca. Gülümser yüzler yitiyor birbirinin içinde, saklandığım yıldızlar gibi. Suskunluğuma derman aramayı bıraktım, böyle daha anlayışlı, daha katlanılır, bayağı iyiyiz. Bir duvar örüyorum sonra, kuyunun da içine, yıllardır koltuk deseni gibi yüzüyorum bu kuyuda, bozulmadan, kırılmadan, kimseye de yürek vermeden, gönül koymadan. Dünyayla arana mesafe koymak da neymiş ki, kendine ördüğün duvarlardan sonra, yine de kendimim, her şeyin içinde çıktım, gittim, yol yaptım, çoğunda da bulamadığım yolları bekledim, kendimdeki mesafenin içinden çıkamadım. Şimdi nereye inansam, beni bulan yalanların ensemde buz gibi soluşu, donduruyor beni. Daha fazla inanamıyorum kendim olduğuma, yine de titrek adımlarla gidiyorum peşim sıra, zavallı ürkek halklarım ve korkularımla. Bu kadar sızlamasa uyanmayacaktım belki de o yalanlardan. Boşuna düşler görüyorum doğduğumdan beri. Uykuya düşmemi bekleyen her karanlık, yeni kâbuslarla içine alıyor beni, çocukluğumda gördüğüm canavarlardan bile beter. Yine de görmekten alamıyorum kendimi, düşünmekten, düşünerek büyütmekten kendimi çekemiyorum. Sonunu çok merak ettiğin korku filmleri gibi ama ben hiç korku filmi de izleyemem.

Sakladığım tüm heveslerin karışımı gibiydi, diplerde dolanışım.

blog

Bir Aralık

Bir Aralık
“Zannetmiştim” hayattaki en kırık kelime olabilir. İçinde hayal kırıklığıyla birlikte, kendi beceriksizliğinin ve körlüğünün yarattığı kızgınlıkla hiçbir şey yapamama durumu…

Şüphesiz geleceğin içinde yeni bir şey olmayacak, her şey daha önce yaşanılanlara benzeyecek, benzedi de üstelik. Geçmiş şuanın da içinde varsa, geçmiş sayılabilir miydi bilmiyorum, geçmiş hiç geçmiyordu. Dört mevsim birden bir bavula sığardı bazen, bunu en iyi kuşlar bilirdi, almak istediklerinle, alamadıklarınla, taşıdıklarınla, taşıyamadıklarınla, yanında götüremediklerinle. Kafesi kırılan o kuş, bir daha konamayacak sabahlara ve konduklarını da yanında götüremeyecek, yüklenemeyecek içindeki tedirginleri artık. Her şeyi sığdırdığını zannetsen de bazen parçalanmamak elinde değildir, yarım, bölük pörçük, başlangıç diye hatırladığımız, bitişin parçalarıdır bizde kalan. İçimiz tam olarak nerede konumlandı, bulabilir miyiz? Ya da dış dediğimiz şey nerede son buluyor… Bunu belki kuşlar bilirdi. Gerçekler insanın seçebileceği şeyler değildir, devamlılık sıradanlığa, sıradanlık hayal kırıklığına, rutin yıkıma sebebiyet verir, ama hayaller öyle miydi? Sadece dünyadaki saatlerin geçerli olmadığı bir zamana erişilebilmeli ve bazı anlar sadece o anlarda kalmalı.

Boş verilmiş, unutulmuş tüm ihtimallerin yerine seni, çürümeye terk edilmiş her şeyin yerine kendimi, masalları bıraktığımdan beri, direndiğim yanılgılardan, kıyıya çıkarken, rastladığım içimdeki o tanıdık tuhaf, hayatımın belli başlı bir bölümü gibiydi karşılaşmamız. Birleşince tamamlanmaya yakınlaşan şiir gibi. Hoşluğun boşluğuma, aklın kalbime değmişti. İçimdeki kırık melodinin bir yanı durmadan acıtıyordu, elimde bıçak yoktu ama içimdeki keskin kelimeler neşter gibi her gece içimi deşiyordu, kırılan her şeyin uzaktan gelen sesiyle birlikte. Her şeyin bu kadar geçici ve çürüyecek olması içimdeki umutların yerli yersiz yeşermesine neden oldu. Bir son bile umutlu bir bekleyiştir bazen. Her şey solabilir, yok olabilirdi. O zaman unutulması gerekenler de bir yerde yok olacaklardı, muhakkak, acı bir hatıra gibi kalsalar da sonunda.

Varlığım; yokluğumun delili. Sona ermek üzere gelmiştim buraya, kaçınılmaz sonun başlangıcındaki o narin, değişmez parçalarıyız zamanın. Sıfırın altında titrerken, hareketimle çizdiğim resimdi boşluğum, boş verilmişliğim. Dünyada belki de silinen ilk şiirdik biz, içine ittikleri incelikli şiir. Zamansız ve mekândan uzak, yersiz, yurdu olmadığı için, içinden içine tünemiş, kuş gibi… Bir daha yazılamayacak şiir, yazılmaya teşebbüs edilemeyecek kadar kelimesiz, tüm kelimeler bir araya gelse bile bir daha çözülemeyecek o hikâyeydik. İçimizde kimsenin bilmediği bir yerde neleri, kimlere ithaf ettiğimizi kimseler bilemezdi, bilmeyecekti.

İçim çok yükseklerden düşerken avuçlarına, beni tutamayan sadece sen değildin. Dünya da tutamıyordu, zaman da… Üstelik bu beni avutmuyordu. Saçım, başım yaralansa neyse de, kalp yarası da pek geçici olmuyordu. Bunu aslında doğduğumuzdan beri biliyoruz, itiraf edemesek de. Kanım karışacak yer arıyor, damarda durduğu gibi durmuyordu. Her şeye çatasım geliyor, her şeyi birbirine katasım, karıp, karıştırasım, durup dururken çatlamak geliyordu içimden. Sonra hiçbir şey olmamış ve olmayacakmış gibi sessiz bir dağınıklık. Sonrası suskunluk, her şeyin bilindiği, akıl yürütülmeye pek meyilli aralıklar. Hangi kanunlara susacağımızı büyük büyük büyükler kara kaplı defterlerle tarafımıza bildiriyorlardı. Şirazenin kaydığını sanki bir tek biz biliyorduk, hayata tutunmaya ellerimizden başlamak yetmiyordu. Hazmedilemeyen her şeyin kustuklarına bulanıyorduk. O kadar bulunamıyorum ki hiçbir yerde, kendimden bile habersizim. İçimle tartıştığım konularda yine hep ben kaybettim, o yüzden muhtemel kendimle de sohbeti kestim. Artık biliyorum, doğduğum yerde bile değilsem, hiçbir yerde yokumdur. Bulunduğum falan yoktu, sadece öyle zannediyordum, herkesin birbirini gerçekten tanıdığına ikna olduğu anlarda olduğu gibi, bazen bana da oluyordu, kendime rastladım, kendimle sözleştim, içimle buluştum zannediyordum. Her şey hâlâ bilinmeyen bir bilmeceden ibaret ve şimdiye kadar da bulunamadıysa cevabı, neyin zoruydu bu kadar çok kelime, bilmiyordum.

İncir çekirdeğini doldurmayan dünyanın bizlere bıraktığı sancıları anlatabilmenin yoluydu belki şiir. Cümlelerini kuramadığım ezgi, içini dolduramadığım varlığımla, iki kelime etsek her şey düzelecek aslında diye inanılan, yarım yamalak hikâyelerdi bizi burada durduran, durduğumuz yerde sendelerken, düşmekle kalkmak arası, bayılmakla ölmek arası, kaybolmakla yokluğun tam ortasında… Hiç bilmeden, ama onun için bir çırpıda ölme isteği, kullanılmayan her şeyin bozulacağı inancıyla, bir kenara itelediğimizi, iteleyince her şeyin çaresizce unutulacağı inancı, vedalardan bizi saklayan buydu. Katlanılabilir olmak böyleydi ve bir sürü döngü, durmadan, değişmeden, rutin dediğimiz şey kimilerinin rahatı, kimilerinin huzursuzluğuydu, biz muhtemelen rahat olamayacak kadar huzursuzduk.

Severek ölmenin hazzını yaşadığımızı bilmeyeceğiz. İçim geçmiş, içimden geçmeni beklerken, kaybetmişim seni öyle bir aralıkta. Önce kendimi bulsam, sonra kaybetsem, belki hayaline çarpar, bulurdum seni usulca bir gecenin içinde. Önce o an’ı bulmam gerekiyordu belki de, hatırladığım tüm anlar kayıptı, geçmiş vardı, şimdim yoktu. Yaşamadığımdan bazen şüpheye düşüyordum. Önceleri bulsam, şimdiye getirsem yine aynı olmazdı hiçbir şey. Zaman başka bir yere gidince aynı zaman olmuyordu, o an kullanılmış, olacaklar olmuş, olmayacaklar da olmamış bir andı. Bitmiş bir an yeni bir zamanın üzerine eklenemiyordu, bildiğimden ya da denediğimden değil, buna inandığımdan. Zamanında olmamış bir şeyin, şimdiki anda olması beni üşendiriyordu. Ezberdi, kolay bozulmayacaktı, yaşansa bile eski o parlak hevesiyle olmayacaktı hiçbir şey. Değişmesin, böyle kalsındı, ruh tembeliydim belki de. Neticesi kayıp olan her an beni parçalayarak oluşturuyordu, Toplamım yarım kalmış sonsuzluklar, noktalar ve kaybolmalardan oluşuyordu, hepsi bir araya geldiğinde belki hiçbir şey etmiyordu ama benim tembel ruhumun bütünüydü, bu yoksunlukta. Bazı yitimlerde emin olamadığım şeyler vardı, yenilgiyi kabullenmek her zaman da hezimete uğramak demek değildi.

Her şeyi öylece olduğu gibi bırakıp, gitmekle sen oldum zannediyorsun buranın galibi. Kalsan da bir şeyin değişmeyeceğinin ayırımından kendini kurtarmak için bir can havliyle uzaklaştın. Bin yıl geçse bir araya gelmeyecek kelimeler vardır, öyle bir şeydi bu birlik. Dirilik veriyordu ama ayrıydı, üstelik bazen aynı şeyleri düşünmek olsa bile. Gitmekle de bir şeyin değişmeyeceği, gitmekle de gidilemediğini çok önceden öğrenmiştin. Elinden gelmeyeceğini bildiğin şeyleri ayaklarına havale ettin, ‘olması gereken buydu’nın tesellisinde ferahlayacağın yerde, kavruluyorsun şimdi. Herkes senin kadar içinde bu muhasebeyi yapabilse, belki birbirini anlamaya başlardı bir yerden, birini anlamak kendini anlamaktan geçiyordu çünkü.

Kavrayışsız bir koku zihnindeki, içimden çarptım sana. Bir çarpış yıllarca sürdü sanki. Bunca hırpalanmanın sonucunda çürümeye bıraktım ruhumu. Bir gün sessiz sedasız silinirim belki, süzülür giderim başka bir evrene, bu defa gerçekten hak ettiğim yere, kalbimde söyleyemediklerimin yükü ve boğazımdaki sessiz düğüm ile.

Nevin Akbulut
17.01.2025 Cuma 16:00

blog

Ücra

Bazen sadece bir yetişme çabasıdır hayat. Uzanma, kıpırdama, koşma bazen… Kurmacadan ibaret sözlerle bir yere varılmaz, dibe bile gidilemezdi. Üzerine yakışan kelimeler bile kurmaca, yapışsa, yüzünü dağıtsa, kaşlarını belirsizlikle çattırsa bile. Gözlerinin içine bağırılan, ortasına sahte bir gülümseme yerleştirilen nidalar da düzmece. İyiliğe bandırılan o incelikli, düşünceli konuşmalar kurgusal bir filmden alınmış eşsiz bir sanat eseri gibi kulaklarında çınlıyor. Eylemsizlikten, kıpırtısızlıktan geçilmeyen anlardan sonra, uzaktan değmeye çalışan her söz kurgusal bir ayin. Bunların içinde, inanmadan geçen zamanlarına yazıklanmıyor, güzelliğe dokunsa dâhi, içinde iyilik barındırmadığı her kurgu kartopu gibi büyürken içinde, kıpırdanıyorsun. İnanmamayı seçmek de en yerinde bir eylemdi, içselliğinde, dışarı böyle vuruyordu bazı şeyler. Kendi üzerine yığılmış, belirsiz bir bulut gibi. Neyse ki sadece kendi üzerine devriliyordun.

Şimdiyi sakladım nicedir, geçmiş saçılmıştı üzerime, kaldıramıyordum bunca şeyi. Ayla örtünüyordum dolu gecelerde, asırların gerisindeki sisleri özlüyordum nicedir. Buğulu camların dokunulma ihtimali kalbimi çileden çıkarıyordu, etrafımdaki hiçbir buğuya dokunmadım, saklama ve gizlenme ihtimallerine karşın. Her baktığımızda farklılaşmış silüetimizle birlikte camlarla, buğularla biraz daha gömülüyorduk, öyle güzel beceriyorduk ki ölmeyi, insan hayret ediyordu, hayreti bir yana atıp, korkuyu öğreniyordu, tam buradaki korkmayı. Yüzlerimize bakarken medeniyetten, gözlerimize bakarken uygarlıklardan, karşımıza dikilip, geleneklerden bahsediyorlardı, herkes bir diğerinin saklısı, bir başkasının hesabıydı sanki âlemde. Ayaklarımın haklı geri dönüşleri, bu ulaşılmaz yollar, ulaşılamayacak anlar, başka yollara çıkarken, beni daha başka biri yapmıyordu, ilerledikçe adımlar. Büyük bir titizlikle değişmiyordum, üstelik elimde değildi, Zamanın fark edilmezliği, bizi biraz daha görünmez yapıyordu ve aslında herkes birbirinin hem ilgilendiği, hem de yerine göre ilgilenmediğiydi, kendi gizli kurallarınca. Göğe sabitledim bakışlarımı, bir yıldız kaydı önümde, başka bir zamanda hissettim, belki başka bir şey olur diye. Aynılıktan kurtulamadığımız günlerin ağırlığı çöküyordu üzerimize, hain bir kasvetle. Taşın ağırlığı, buzun soğuk keskinliği gibiydi bıraktığın çağrışımlar.

Ulaşılmazlığın da gerisinde kaldığımı, hiçbir yere varamadığımda öğrendim. Gerçeği yansıtmayacak her iyi sözde biraz daha endişe birikiyor gözlerimizde. Var olmaktan korkuyoruz, yeniden doğmaktan ürker gibi, çoğalmaktan, değişmekten, başka bir şeye karışıp, başka biri olmaktan korkuyor, karıştıkça bulamaç olmaktan tiksiniyoruz. Zamanın değişmezliği, her zamanın kendine olan ihanetiyle birlikte, yapıların kalıcılığı, çoğalışı, değişmesi, kendini unutturma çabası içinde bu yük, tehdit edici ve ezici, tozla, bulutla, taşla bile ilgili değil üstelik. Daha kalıplaşmış varsayımlar nedeniyle, uğruyoruz bu yozluğa.

Dilim sözlerini unuttu, yüzüm gözlerini bıraktı. Mevsimler geçti üzerinden, kilolarca ağladık bu arada. Kendi kollarımla kendi gövdeme sarılmaya başladığımın üzerinden de yıllar geçti. Söylenmeyen sözler yüreğimi sızlattı, söylenmeyecek her şeyin kalbimde izi vardı. Fotoğraflarda hâlâ görünmeyen şeyler vardı, bu sıcağı gösteremiyordu güneş, bu buğuyu saklayamıyordu gözlerim. Gizlemeyi beceremediğim içindi sana açılışım, evden çıktığım sokak uzaklara bakıyordu, bacaklarım hep gidiyordu, sana gidiyordu, senden gidiyordu, uzaklara gidiyordu, bir yüreğin kaldıramayacağı bir kalbin yükü vardı üzerimde. Sonra her şeyden daha da uzağa, kimseyi görmeyecek kadar, her gördüğüm duyduğum gibi olmuyor, her duyduğum bildiğim gibi değil artık. Tam gitmek üzereyken, bir kere daha boşluğa düşmeye hakkım yoktu, boşluğun sesi yoktu, ancak sanabilirdik bundan sonra, varsın zannederdim, elimi tutuyorsun diye bilirdim, aynı adımları atıyoruz hoşluğuna düşerdim. Sabah olmuştu, terk edilmek için mükemmel bir güneş, gözlerimden ay ışığı defolup, gitmişti. Acıların çoğaldıkça umarsız olmayı da öğreniyorsun, ben bildim, bu yüzden suskunum, yorgunluğumun altına gizleyecek kadar her şeyi, öğrendim. Çocukluğumdan düştüm, kendi elimle tutunamadığımdan, bir çift ödünç el de bulamadım, geçtiğim yıllar sabrımın sonunu getirmedi, o son parçayı da paramparça ettim. Kırık, yarım, birkaç parça sakladığım inançlar da tükenmek üzere, kendine inanmayan birinin bir başkasını gayet de kolayca, yalandan göreceğini bildiğimi biliyorum şimdilerde.

Sisli günlerin, puslu, soğuk kış günlerinin ettikleri yetmiyormuş gibi bir de yüzünün çekilmesi gözlerimin önünden…

Çoktan seni güçlü bir iletiyle bıraktığım boşluktan hiçbir şey olmamış gibi, sadece hortlaklara mahsus cesaretin ve vurdumduymazlığınla yine dikildin bir gece yarısı, aklımdaki yerine. Tenimi gizlediğim, gövdemi görünmez, içimi artık bilinmez yaptığım zamanlardan birinde, boşluğundaki o sesi, bir başkalık zannettim. Bunu bildim, boşlukları, çukurları bu yüzden sevdim, eskiye özgü duyguların, hayaletleri, belki kelimeleri bulunur diye çünkü bulunursa, bilinir de olacaktı. Ama her şeye rağmen, hiçbir şey olmamış gibi çıkıp, geldiğin o yerden bana sadece keder bıraktın, içimde de pişmanlık. Başkalık değil, yokluktun, ancak içimdeki boşluğa çarpabilirdi sesin, bazen iki dünya bir araya gelse olmayacak şeyler vardır, dolmayacak zaman vardın. Ulaşmayacak kelimeler, söylenmeyecek sözler birikecekti böylece, asla bir araya gelmeyecek iki kelime gibi, uzak bir şiirin içinde birleşmiştik. Bundan sonrası beyhude çaba, herkes kadar hiçbir şey olmamış gibi yapabilseydim bu durumun da çözümünü bulabilirdim ama ben hiçbir şey olmamış gibi yapamıyordum hiç. Yine tarifsiz üzülmelerle kalıyordum. Kışı bunca beklerken, daha yeni gelir gelmez, karıştığım sen, bulaşan illetler, peşimi bırakmayan afakanlar, kurtulamadığım darlıklar. Feraha ermek için belki komple boşluk gerekiyordu, biz doldurmaya çabaladıkça.

Sabaha karşı’ları olmayan günlerin, uykusuzlarıyız. Dilinde duyulmayan şeyler vardı, içinde anlaşılmayacak yerler, kendime sarılmış oturuyordum, başka nasıl durabilirdim ki, içimdeki en bildik yabancıydın. Aklımı kelimelerinle kurcalarken, kalbimi ıstıraplarla bulandırıyordun. Gözlerim harabeleri geçip, uzakları dolanıyordu, yok yere kışın yükü varken bir de üzerimizde, bu seslerin üzerindeki sessizlik, içimizi ağırlaştırmıştı. Seni uzaklara bırakmam da yetmemişti, affedilmeyecek şeyler, geçilmeyecek köprüler, unutulmayacak günahlar vardı aramızda. Gözlerime yansıyan ayın ışığı şahitti bu körlüğüne, anlamsız bir trajediydi hâlindeki maraz. Söküp, alamıyorum, kurtaramıyordum, kendimi de senin olmayan başka uzaklara bırakıyordum, yolu bulamazsak, uzaklardan kurtulamaz, birbirimizi de yeniden bulamazdık. Bu cümleden sonrası uzun bir nefeslenme, soluduğumuz havanın buzluğu bizi de dondurmuştu bir süreliğine.

Kuşlar havalandı yüreğimden, heyecandan zannettim. Barışmıyordu hiçbir kelime diğeriyle satırlarımda. Kimin kavgasının devamıydı bilmiyordum. Gece olmuştu, buna rağmen yıldızlar da terk etmişti yazdıklarımı, üstelik bu kelimeler karanlıktan bu kadar korkarken. Bilmiyorum bundan sonra nasıl tanımlayacağım; kederi, korkuyu, zamansızlığı, onsuzluğu ve ölümü. Neyle tamamlayacağım; avuçlarımdaki yokluğunu, içimdeki boşluğu. Çaresizliğin altını bir kez daha çizen kaleme sarıldığımda, gözlerim susuyor, dudaklarım kilitleniyor, iki kelime etmiyoruz artık bir araya gelsek de.

25.12.2024 15:00
Nevin Akbulut